3. Bölüm
Bu cüreti nereden bulduğum hakkında o an
kafamı toplamaya vaktim yoktu. Saniyeler önce ölümle burun buruna gelen soylu
bir asilin önüne dikilmiş bu suikastı durdurmam yetmezmiş gibi hala onu korumak
için tüm vücudumla siper olmuştum. Siyahlara bürünmüş adamın gözlerine öyle bir
susuzluk yer etmişti ki bu nefretin arka perdesini çok merak ediyordum. Tüm
bahçe ölüm sessizliğine bürünmüş, tüm kafalar benim olduğum tarafa dönerek
nefesler tutulmuştu. Bu sükûtu bozabilecek tek kişi yine ben gibi görünüyordum.
Kılıcımı kesik açmasını engelleyecek kadar boğazına bastırmaya devam ettim.
“Kılıcını yenine geri sok.”
Bu bakışma süresinin gitgide uzaması
boğulmamı sağlıyordu. Bir an önce tüm bu karmaşıklığın sona erip adamın güvenli
ellere teslim olmasını istiyordum. Herkes put kesilmişken sonunda bir şeyler
hareketlendi. Karşımda oturan muhafız olabileceği en hızlı şekilde ayaklandı
ama suikastçı çoktan fark etmişti. Kılıcını tamamen yeninden çıkarmaya
yeltenirken muhafız bir kolunu sabit bir sertlikle kavradı. O galeyanla babamın
en büyük kuralını örtbas ederek gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Muhafızın adamı
kavramasını gördüğüm saniye kılıcımı indirmeye başlamıştım. Öyle ani bir
hareketle boştaki elindeki kılıç bana doğru hamleyle hareketlendi ki geri doğru
havalandığımda sol omzuma saplanan acıyla beraber arkamdaki sert gövdenin
üzerine yapışırcasına hızlı bir düşüş yaptım. Boynumla sağ omzum arasında ince
deri alev alev yanarken o sert yastığın üzerinde ters çevrildim. Pahalı baharat
kokularıyla harmanlanmış parfüm kokusu burnumu doldururken başım iznim olmadan
o sıcak boyna sokuldu.
Alt dudağımı kuvvetlice ısırırken tereddütlü
parmaklar kanın peyda olduğu yere tırmanıyordu. Ağzımdan acı dolu bir nida
koptu. Sıkıca tutunduğum bedenle beraber ayağa kalktığımda henüz kendi gücümle
durabilecek halde değildim. Sanki acısını gidirebilecekmişim gibi iki elimi de
çekip boynuma bastırdım. Hiçbir şeye tutunamayan bedenim havada koyarken o
kokunun yoğun bir şekilde burnuma çarptığı kucağa alınıyordum. Sarsıntım az çok
geçtiğinde gözlerimi aralamaya başladım. Ellerim hala boynuma sabit etrafı
izliyordum. İç gösteri salonuna taşınıyordum. Oyuncak bebek gibi koltuğun
üzerine serildim. Etrafımı çevrelemiş onlarca kafa midemi daha beter
bulandırıyordu. Yaramın ne derece olduğuna karar vermeye çalışan sesleri bölük pörçük
anlayabiliyordum. İyice kendime gelmeye başladığımda bakış açıma giren ilk şey
dakikalar önce beni hayranlıkla izleyen gözlerin tedirginlikle titremesiydi.
Alnından aşağı terler süzülüyordu. Kafamı indirip baktığımda boynumdan aşağı
süzülen kanın mükafatı olarak buz mavisi elbisem gitgide bordo rengine
bürünüyordu. Yaramın üzeri kapandı ve acıyı hafifleteceği sanılan cümleler
mırıldanıldı.
Nihayet kulağımın uğuldamasına son verip
acıya katlandığım halde her şeyin farkına varmaya başladığımda kendime geldiğimi
idrak ettim. Elimi aldığım kesiğin üzerine getirdiğimde kılıcın oldukça hassas
bir yer olan boynumla omuzum arasına isabet aldığını görmek içimi ürpertti.
İstese o kılıç darbesiyle boynuma ölümcül bir darbe sallayabilirdi. “Ben
iyiyim.” diye fısıldadım kuru boğazımın el verdiğince.
Etraf dağılmaya başladığında koltukta
bacaklarımı sarkıtmış boynumun el verdiğinde eğilmiş halde oturuyordum. Ellerim
başımın arasında el mahkum hücum eden vızıltıları dinliyordum. Maliye
Veziri’nin oğlunun hayatını kurtarmıştım ama bunun yanında dans gösterisini
kaosa sürüklemiştim. Suikastçıyı fark etmemiş gibi dans gösterisini yerimde
tamamlamaya devam etmemin hiçbir anlamı yoktu. Suikastçının hedefini
gerçekleştirmesiyle bahçe zaten kan gölüne dönecekti. Tekrar ve tekrar kendime
yanlış bir şey yapmadığıma inandırdım. Bay Sergei de bir bakımdan Maliye
Veziri’nin oğlunun hayatını kurtarmıştı. Babası bu yüzden minnettar olmalıydı.
Bay Sergei beni dans gösterisinden çıkarmamış olsaydı muhtemelen az önce
olanların tam tersi gerçekleşecekti. Herkesin gözü sahnede dans edenleri
izlerken oradan oraya oynuyordu. Böylece sinsice masaya kalkışan karartırın
öylesine hareket eden bir muhafız olduğu sanılmıştı. Bir yandan da aklım
almıyordu. Maliye Veziri diye gözümüzde büyüttüğümüz adam oğlu için en mühim
günde sıkı bir tedbir almamış mıydı? Ne olursa olsun o suikastçı nasıl içeri
girebilirdi?
Freida’nın ismimi bağırmasıyla
düşüncelerimden koptum. Bilincim yarı kapalı getirildiğim salon baştan sona
parıltılarla döşenmişti. Perdeler, camlar, kirişler, ahşaplar, zemin ve diğer
her yer altın parıltılarıyla süslüydü. Maliye Veziri’nin oğlu pencereden dışarı
bakarak bahçeyi izliyordu. Kucağında taşınırken ağzından çıkan telaşlı sorular
haricinde ağzından henüz hiçbir şey duymamıştım. Vezirin oğlunun yanında orta
yaşlı bir adam dikilmiş ona bir şeyler söylüyordu. Salonun kocaman olmasına
isnaden bir de fısıltıyla konuşmaları seslerinin vızıltıdan farksız çıkmasını
sağlıyordu. Hoş aklımda durmaksızın bir şeyleri tartmakla öylesine meşguldüm ki
onlara kulak kabartmaya yeltenmemiştim.
Freida yanıma oturup kollarını sıkıca bana
doladı. “Sana bir şey olacak diye öyle korktum ki!”
Sırtını sıvazladıktan sonra geri çekildim.
“Ne zaman buradan çıkacağım Freida? Hava kararmadan evde olmam gerek.”
“Babam Maliye Veziri ile konuşuyor. Birazdan
Bay Sergei de burada olacak.”
Yenilmiş omuzlarım düşerken dudaklarımı
büktüm. Freida da olacakları bildiği için daha fazla konuşmadı. Bir dakika
geçmeden Bay Sergei ve birkaç kişi içeri girdiğinde yerimden kalkmaya yeltendim
fakat baş ağrım öylesine şiddetliydi ki Freida’ya tutunmadan ayaklanamadım.
Başım dönmeye devam ediyor, istifra etmemek için düzenli nefesler alarak
kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
Bay Sergei’nin içeri girmesiyle birlikte pencerenin
önündeki orta yaşlı adam bana tek bir kez bakmadan salonu terk etti. Vezirin
oğlu da onun ardından yürüyordu ki kendimi tutamadım. Bana tek bir minnet dolu
cümle söylemeden yanımdan değersiz biriymişim gibi defolup gitmesi öfkemi
katlıyordu. Freida’nın kolundan çıkıp ona doğru yürümeye başladım fakat baş
ağrımın şiddeti yüzünden soğuk ellerimi
şakaklarıma bastırdım. “Bana teşekkür etmeyecek misiniz?”
Yüzünü bana döndüğünde gözlerindeki
kararsızlık öyle yoğundu ki bir daha benim karşımda aynı ışıkla
parlamayacakları çok belliydi. Tek bir kelime etmeden yürümeye devam etti.
Kızgınlığım bir kat daha arttı. “Ölmene razı olup dansıma devam edebilirdim ya
da senin yerine ben ölebilirdim.”
Kapıya varmadan önce duraksadı. “O halde bu
vakadan ufak bir sıyrıkla kurtardığın için şükretmelisin.”
Ona doğru hışımla yürürken Bay Sergei beni
zapt edecek kadar sertlikle kolumu kavradı. Olduğum yerde sendelerken kolundan
kurtulmak için onu ittim.
Kafasını kaldırdığında gözlerindeki fırtına
öfkemi söndürmeye yetmedi. Vezirin oğlunun küstahlığıyla vücudum titriyordu. Bu
yetmezmiş gibi omzumdaki kesiğin acısı iç yanağımı ısırmaktan kanattıracak
kadar acı veriyordu. Dikkatimi başka bir yere vermeye çalışırken Bay Sergei
karşıma dikildi. Yanında bir diğer kabusum olan elbiselerin naif sahibi Bayan
Shaharih dikilmiş inanamaz gözlerle beni izliyordu. Kalbim deli gibi atıyordu
ama bu sefer bunun sebebinin daha deminki iğrenç küstahlığın üzerine karşımdaki
iki kızgın surat olduğunun farkındaydım. Başımdaki ağrı, midemden dışarı
atılmak için ısrar eden istifraya omzumdaki acının eklenmesiyle gözlerim
kapanmaya başladı. Yüksek okta bir kadın sesi bir anda tüm salonda yayıldı. Ama
bu ses öfkeden uzak tanıdığım en yumuşak bakışlı adam tarafından engellendi. Kelimelerle
başladığı hiddetini cümleye dökmeyi lüzumsuz bularak beni omuzlarımdan
yakaladı. Saplanan acıyla beraber artık uyuşan gözlerimi açabilecek gücü zar
zor buldum. Daha kafamı kaldırmama fırsat vermeden sanki onca nazik notayı
çalan parmaklar ona ait değilmişcesine yüzüme okkalı ikişer tokat patlattı. Arıların
bala hücum etmesi gibi beynime öyle bir zonklama yayıldı ki başımın iki tokatla
savrulması misali bacaklarım da yerden havalanıp beni dizlerimin üzerinde
yalnız bıraktı. Sonrasında yaşlarla dolu gözlerimi kısarak gidişatı izlemek
için çabaladım. Konuşmak için vermem gereken uğraşın ağırlığı dilime her saniye
yeni bir mühür vuruyordu. Tırnaklarımı avuç içlerime saplayacak kadar ellerimi
sıktım. Titreyen gözlerime eşlik eden rezil gözyaşlarıyla, “Vezirin oğlunun
suikasta kurban gitmesi pahasına dans etmeye devam etmemi mi bekliyordunuz?”
diye bağırdım. Biraz sonra ağır bir uykuya dalacağımın vaadi verilmiş gibi
bundan güç toplayarak sesimi yükseltmeye devam ettim. “Böylece elbise kana
bulanmayacak, dans gösteriniz mükemmeliyetine kavuşacak ve tüm bu koşuşturmanın
sahibi göz önünde can mı verecekti?” Tam da o an bu dünya üzerinde böylesine
ağır bir nefreti Bay Sergei’den başka hiç kimseye hissedemeyeceğimi kavradım.
Ondan iliklerime kadar tiksiniyordum. “Salyasıyla asillerin paçalarını yalayan
bir köpekten farksızsınız.”
Aynı o akşam babamın kelimeleri ağzına
sığdıramaması gibi, “Sen… sen…” diye ölümcül bir tehlikeyle fısıldadı.
Konuşmanın onun için yetmeyeceğini anlayarak üzerime doğru yürümeye başladı.
Kılıcın güvence veren çıplak sesiyle Bay
Sergei olduğu yere mıhlandı. “Sakın bir adım daha atma.” diye emretti tanıdık
bir ses.
Bay Sergei gözlerine yerleşen korkuyla geri
çekildi. Demirin pas kokusu burnumu sızlatırken tanıdık bir genç tarafından
güvenle sarmalandığımı fark ettim. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Rapid
beni kucağına almak için ileri atıldığında Bay Sergei yine yılan ağzını açtı.
“Dansın karşılığında sana yapacağım tüm ödemenin karşılığını kuruşu kuruşuna
bana borçlusun. Gösterimi mahvettin ve elbisenin ücretini ancak haftalarca
köşkümü temizleyerek karşılayabilirsin.” Öfkesinin yansıdığı boğuk sesiyle
konuşmaya devam etti. “Bir an önce defol yoksa gösteride yer aldığın haberini
sen itiraf etmeden babana ben uçuracağım.”
Rapid’in kucağına alınırken vücudum tüm
direncini kaybetmek üzereydi. Suratımda alaycı bir tebessümle titrek gözlerimi
son kez açarak aynı tonla, “Köpek,” diye tısladım. Boğazım kupkuru olmasa
suratına tükürmeyi öylesine güçlü arzu etmiştim ki.
Ardından gözlerim kapandı ve serbest
ellerimi her yerime batan ağrılarımla artık acısı fark edilmeyen boynuma
koydum. Rapid kapının eşiğinden geçerken dikkatle ağır ağır taşıdı beni. Öyle
yavaştı ki burnuma tekrar aynı baharatlı koku takıldı. Vezirin oğlunun tüm
bunları arkamızda durup izlediğini idrak etmem bana hiçbir şey hissettirmedi.
Sadece bir insanın daha ne kadar haksızca rezil olabileceği ihtimalini
sorgulattı. Tek bir kez önemli bir hayatı kurtarmak pahasına elime kılıç
almıştım fakat ne hayatını kurtardığım asil minnettarlık duyuyordu ne de sayemde
övgüler toplayan adam bana hak ettiğim sözleri armağan ediyordu. Sıcak bir
kucakta adım adım taşınırken iki çift zümrüt gözün beni acımayla dalgalanan
duygularla izlediğinden adım gibi emindim. O soylu yılan ağzından nereden öğrendiğini
bilmediğim ismim yükseldi. Rapid beni merdivenlerden aşağı indirmeye
başlamıştı. Uzun süre kendime gelemeyeceğimi bildiğim uykuya doğru sıkı bir
iple tatlı tatlı çekiliyordum. Kirpiklerim titredi ve nihayet tüm acılarımdan
uyuşarak uzaklaştım.
Kabuslarım yorulmaksızın birbirini kovaladı.
Kendimi en yüksek köşklerden aşağı atıyordum, babam omzumla kolum arasındaki
yara alan yere daha büyük bir sancıya neden olan başka bir darbe indiriyordu,
vezirin oğlu karşıma geçmiş küçümser bakışlarla beni inceliyordu, Bay Sergei
yılmaksızın tekrar tekrar suratıma ateş parçası tokatlar yapıştırıyordu. Hatta
bir ara ejderhaları görecek kadar ileri gitmiştim. Fakat bu kabusların
hiçbirinde nefes nefes uyanmıyordum. Uzun bir karanlık hissinden sonra bir
yenisi başlıyordu. Uykuda olmadığımı anlamadığım zamanlarda gözlerimi açmayayım
diye birisi kirpiklerimden çekiyormuşçasına gerçek hayata dönmeye yenik
düşüyordum. Sabah olduğunu varsayıyordum, akşam olduğunu varsayıyordum, her
uyandığımda yanımdaki kokular değişiyordu. Sabah olduğunu yemek kokusundan
anlıyordum, akşam olduğunu babamın is kokusundan anlıyordum. En çok da nasırlı
eller omzumu okşadığında gözlerimi açmak için yalvarıyordum ama nafile değildi.
O şefkatli kollar sadece yarama dokunmakla kalıyor, arada terden alnıma yapışan
saçları geri sıvazlıyordu. Bir kere bile yanıma ilişip yüzüme öpücük
kondurmamıştı. Onun aksine Leila geceleri yanı başımda oturuyor, kendime
geldiğim çok kısa sürelerde çıkardığı ani nidalarla el işi yaparken parmağına
iğneye batırdığını anlıyordum. Kabuslarım gibi günler de birbirini kovaladı.
Artık kendime geldiğim kısa sürelerin uzayıp akmasını istiyordum.
Sayacak kadar farkına varamadığım ertesi
günlerin birinde nihayet şafak henüz yeni doğmuşken gözlerimi açtım. Kucağımda
hissettiğim ağırlıkla Leila’nın üzerime doğru uyuduğunu anladım. Sıkı
kollarından zarifçe sıyrılıp ayaklandım. Evdeki herkes hala uyuyordu.
Çekmeceden aynayı çıkarırken kısa kısa nefesler alıyordum. Aynayı kaldırıp
suratıma sabitlediğimde bu işlemden sıkıldığımı fark ettim. Babam tokat atmadan
önce de hep böyle oluyordu. Ne zaman suratımda hafiften bile sancıyan bir yer
olsa talimin ardından eve koşa koşa gider aynaya yapışırdım. Aynısını
tekrarlarken bu sefer ihtimalden uzak bir kesinlikle suratımda göreceğim şeyi
bildiğimden daha bitkin ve çaresizdim. Gözlerim hemen tırnak izi bulmak için
arayışa girdi ama belirli bir çizik yoktu. Parmaklarını çıkaracak kadar bariz
bir iz de mevcut değildi. Sadece tokat yediğimin anlaşılacağı üzere yanaklarım
fazlasıyla kızarıktı. Sol gözümün altının morluğu artık yeşile çalmaya
başlamıştı.
Aynayı duvara fırlatmak yerine ses
çıkarmamak için sakince komidinin üzerine koydum. Günlerdir uyumanın bedeli
olarak her tarafım ağrıyordu. Gerinerek odadan çıkarken vücudum isyana
bürünerek katur kutur sesleriyle çığlık atıyordu. Sol kolumu kaldırdığım gibi
gözlerimi dolduracak ani bir ağrı boynuma saplandı. Ürkek adımlarla elimi
yaranın üzerine koyduğumda kendimi yaranın ne hale geldiğini merak etmediğime
inandırmaya çalıştım. Acıyı geçirmek istercesine bandajın üzerinden boynumu
okşadım. Günlerdir soluduğum toz ve yemek kokusundan uzaklaşmak için dışarı
çıktım. Henüz hiçbir evde yaşam belirtisi yoktu.
Pazara doğru yürürükten alışkanlık olarak önümdeki taş ve çöp yığınlarını
kovaladım. Hareket ettikçe vücudum açılıyordu.
Yeterince temiz hava aldığıma kanaat
getirince geri evin yolunu tuttum. Zihnimi boş bırakmak istiyordum ama terzinin
dükkanının önünden geçerken kendime hakim olamadım. Vitrinde asılı olan buz
mavisi gündelik elbiseyi görünce yaşadıklarım bir anda aklıma üşüştü. Bay
Sergei’den yediğim tokatla vezirin oğlunun küçümsemesini zaten unutamıyordum
ama asıl başımı kayalıklara vurmamı isteyecek kadar çaresizliğimi hissettiren
altına girdiğim borcu hatırlamak oldu. Ben dansın ritmini bozmasaydım bile her
şey saniyeler için mahvolacaktı. Bunu bildiği halde sırf bana hak ettiğim
ücreti ödememek için dansı bozduğumu savunmuştu. Külliyen haksızdı ve hak
ettiğim her şeyi elimden alırken üstüne ona borçlanmamı sağlamıştı. Fakat kime
gidip beni savunması isteyecektim? Babamın karşısına geçip olanları itiraf
edemezdim. Bay Sergei babama her şeyi söyleyeceğini söylemişti ama o an sadece
konuştuğunu biliyordum. Bundan sonra babama herhangi bir şey söylemesi onun
yanına artı hiçbir şey eklemeyecekti. Zaten istediği her şeyi söküp almaya
kararlıydı.
Hem her şeyi adaletsizce benim üstüme yıkmış,
hem de beni dövmüştü. Bay Sergei ki vücudumda tek bir kızarıklık yüzünden bana
hesap sorarken en büyük hasarlardan birini üstümde kendisi bırakmıştı. Bunca
haksızlığın üzerine bir de yediğim tokatları tekrar anımsamak içimi yakmaya
başladı. Gördüğüm en yakın ağacın yanına görünüşüm bulaşık bir şekilde ulaştım.
Ciğerlerim öylesine acıyordu ki ağlamak bile beni rahatlatmayacaktı.
Nefeslerimi beceriksizce düzene koymaya çalışırken çoktan yaşlar süzülmeye
başlamıştı. Ardından başıma sancılar sokan bir ağlama krizine tutuldum. Bir
daha dans edemeyeceğim gerçeği zihnime çarptıkça hıçkırıklarım da yükseldi. O
borcu ödememin karşılığının danstan ve tablo modelliğinden kazandığım parayla
bile tam karşılaşamayacağı gerçeğinin altında ezilirken elimi yumruk yaparak
göğsüme vurmaya başladım. Başıma yüzlerce iğne aynı anda batıyordu.
“Afrah!”
Sesi tanıdığımdan yerimden oynamadım. Leila
naif kollarıyla bana arkamdan sarıldı. Saçlarımın üzerine ardı kesilmez
öpücükler koyarken beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Gözlerimden, burnumdan
akanlarla suratım berbat halde olmalıydı. Leila elbisesin etekleriyle
göremediği yüzümü silmeye çalışıyordu. Hıçkırıklarım hafifledi ama ağlamamı
durduramıyordum.
Sesi öyle çaresizdi bir umut taşıyordu ki
üzüntüsü kalbimi daha çok yıkıyordu. “Her şey yoluna girecek. Tekrar dans
edeceksin. Boynundaki izi de kapatacağız.”
Hışımla dönüp ellerini avuçlarımın içine
aldım. “Her şey mahvoldu. Danstan alacağım parayı borçlandım. Hayatını
kurtardığım soylu şerefsiz bana minnettar kalacağına az kaldı suratıma
tükürüyordu.”
Akmaya aralık vermeyen yaşlarımı yüzümden
siliyordu. “Gerekirse uykumdan azaltıp daha çok elişi yaparım. Daha çok elde
dikiş yapıp borcu ödemene yardım ederim. Hem babamdan gizlediğim birikmişim de
var.”
“Hayır!” diye inledim derinlerime kadar beni
paramparça eden bir acıyla. “Abla olan benim! Bu sefer de bana ablalık yapmana
izin vermeyeceğim.”
Kederli ifadesi çatlamaya başladığında
aniden gözleri doldu. “Ne farkı var Afrah? Ha sen ha ben? Ne olmuş abla olan
sensen? Biz kardeş değil miyiz? Sen aynısını benim için yapmaz mısın?”
Elimi yumruk yapıp tekrar göğsüme vurmaya
başladım. Hayır diye sayıklamaya devam ettim. Leila tüm kuvvetiyle elimi kavrayıp
beni göğsümü tekmelemekten kurtardı. Daha şiddetli ağlamaya başlarken
avuçlarıma aldığım ellerini öpmeye başladım. “Hayatımda bir defa…” Birbirine
vuran dişlerim konuşmamı engelliyordu. Alt dudağımı ısırıp bunu durdurmaya
çalıştım. “Hayatımda bir defa kendimi abla gibi hissedecektim.” Ellerine tekrar
içten öpücükler kondurdum. “Sana dikiş makinası alarak tüm bu acılardan
sıyrılmanı sağlayacaktım.” Çaresizlik dolu bir çığlıkla, “Onu bile
başaramadım!” diye hıçkırdım.
Leila yenilmiş bir nefes vererek kollarını
sımsıkı bana doladı. Benim şiddetime yetişemese de o da kollarımda ağlamaya
başladı. Bir süre orada oturmuş anneleri en sevdiği oyuncağı paramparça etmiş
iki küçük kız çocuğu gibi sarılıp ağladık. İlk kimin nefesleri düzene girdi
hatırlamıyorum. Sonunda Leila beni yerden kaldırıp eve doğru ilerlemeye
başladı. Ona eşlik ediyordum ama hayalet gözlerle yürüyordum.
Ağzıma koyduğumun tadını almadığım bir
kahvaltı boyunca ağzımı açmadım. Babam evden çıkana kadar benimle tek kelime
konuşmadı. Elinde olsa yüzüme bile bakmayacaktı ama gözlerinin üzerimde
olduğunu hissetmiştim. O kadar uzun süre boş boş yatakta durdum ki farkına
varmadığım yeni hasarlarımı keşfettim. Üst üste günlerce kılıç tutmaktan tırnak
diplerim kanlanmış, dişlerimin sıkmaktan oluşan ağrısı henüz geçmemişti ve
muhtemelen dudaklarım da berbat bir mor rengine çalmıştı. Bunun yanında
ayağımdaki kırılan tırnağın alttan yenisi geliyordu. Tüm gün odada oturmak beni
daha çok düşünmeye, daha çok düşünmekten delirecek raddeye getirdi. Sırf kafamı
dağıtmak için dikkatle Leila’yı izleyip ördüğü kazağın adımlarını ezberledim.
Hatta yarın ip bulursam başlayacağımı söyledim. Ne de olsa bundan sonra
koşuşturacağım dans provaları yoktu. Babam da hasar aldığıma gerçekten inanmış
olmalıydı ki bir süre beni talimlerden rahat bırakmaya karar vermişti. Örgüyü
izlemek de bir yere kadar üzerime duvarların gelmemesini sağladı. Üst üste iç
geçirerek evde gezinmeye başladığımda nihayet ikindi vaktinin geldiğini fark
ettim. Mutfağa koşup içeri girdiğimde annemin hazırlanan yemekleri paketlemeyi
bitirmek üzere olduğunu gördüm. Leila’ya tek başıma yapacağımı haber verdikten
sonra el arabasına hepsini yerleştirmeye başladım.
Son paketleri de yerlerine bıraktıktan sonra
el arabasını sürerek keyifsiz gözlerle eve dönmeye başladım. Babam bunu yapmama
her zaman kızardı ama kestirme yol varken tüm pazar yolunun karışıklığını
çekmekten nefret ederdim. Bu sokak üzerindeki evlerin çoğu harabeden ibaretti.
Halkın çoğu yıkık dökük evlerden yeni paylar satın almıştı ama henüz kimsenin
bu ağır işe girmeye niyeti yok gibiydi. Normalde keyifli olsaydım sokağın
bomboş olmasının rahatlığıyla şarkı mırıldanırken vücudumu sallandırıp hafifçe
dans ederek yürürdüm.
Sokağı yarıladığımda arkamdan bir ses
duydum. Fark ettiğim anlaşılmasın diye pür dikkat istifimi bozmadan yürümeye
devam ettim. Paniğimin beni mahvedeceğini bildiğimden el arabasını sürmeye
devam ettim. Önüme büyük bir taş denk gelmiş gibi olduğum yerde hafif bir
şiddetle duraksadım. Temkinli adımlarla öne gidip taşı alıyormuş gibi eğildiğimde
hemen belimdeki bıçağı alıp bileğimin altına sakladım. Kendimden emin
yürüyordum ama artık korkmaya başlamıştım. Sırtımı sesin geldiği yöne çevirip dümdüz
arabayı sürmeye devam ettim. Ayak seslerinin yaklaştığını duyduğum gibi kalbim
çılgınca atmaya başladı.
Artık aramızda tahminen beş metre kadar
vardı. Bu yakınlık sayesinde ayak seslerinin tek bir kişiye ait olmadığını
anlamamla birlikte alnımdan aşağı soğuk terler akmaya başladı. Çok az kaldığını
hissettiğimde yerimden iki zıplayışla onları önümde bırakarak arabanın arkasına
geçtim. Bu sırada bıçağı olduğu yerden hızla savurup önümde duran iki muhafızı
hedef alarak uzattım. “Benden ne istiyorsunuz?”
Daha uzun boylu olan diğerin bıkkın bir
ifadeyle, “Sana kolay olmayacağını söylemiştim.” diye homurdandı.
“Haklıydın. Sahneden atlayıp kılıcını
çektiğinde anlamalıydım.”
Orada dikilmiyormuşum gibi konuşmaya devam
etmeleri kızgınlığımı katladı. “Benden ne istiyorsunuz dedim!”
Uzun boylu muhafız bir adım öne geçtiği gibi
arabayı daha sıkı tutup geriledim. Ellerini kaldırarak yerinde duracağını
belirtirken gözüm hemen beline bağlı kılıca kaydı. “Tamam, seni hemen
alıkoyamayacağımızı anladık ama uzatma istersen.”
“Soruma cevap ver!” diye bağırdım
gözlerimden ateş saçarak.
“Bizimle bir yere kadar eşlik etmen
gerekiyor.” dedi daha cılız olan.
Bıçağımı daha dik tutarak el arabasından
elimi çektim. Bir adım daha gerilediğimde ikisinin de kaşları otomatik olarak
kalktı. “Sakın bir adım daha atma.”
İçimden üçe kadar sayıp arkamı döndüğüm gibi
koşacaktım. Daha ikiye varmadan kılıç tutan bileğim pranga misali sımsıkı
kavrandı. Arkamda belireni hissettiğim gibi tüm kuvvetimle ayağımı kasık
arasına indirdim. Bu ani saldırım sonucu bileğimi döndürmesiyle gözlerim
sulandı. İki kolumu da mengene gibi sararak vücuduna bastırdı. Tüm gücüyle beni
yere çöktürmek için enseme bastırdığında yaralı boynuma değen parmağının ağırlığını
hissetmem acıyla savrulmamı sağladı. Boynuma saplanan ağrı sonucu ayaklarım
beni taşımaya aciz kalarak bez bebek gibi yere çöktü.
Beynim zonklarken dört ayrı erkek başka
kafadan konuşuyordu. Bedenim hala acıyla yoğruluyordu. Başımda dikilen cellat
elini ensemden çekmediği için yerde uçuşan toprağı izlemekle yetiniyordum. Aralarından
biri öksürüp anlaşılmaz kesik seslerin hepsini susturduğunda sıktığım
dişlerimin arasından zorlukla sesimi çıkardım. “Benden ne istiyorsunuz?”
Ensemdeki el rahatlamaya başlayıp arkamda
sabitlediği kollarımı daha sıkı kavradı. Başımı kaldırmaya yeltenirken buna
gerek kalmadan pahalı eldivenlerle kuşatılan parmaklar çenemi tutup yüzümü
havaya dikti. Ağlamamak için son güç sıktığım gözlerimi rahat bıraktım. Nihayet
ıslaklıkla parlayan kirpiklerimi aralayıp gözlerimi açtığımda midem altüst
oldu.
Gözlerime değen bakışlar acımasız bir zevke
sahipken yavaş yavaş boynuma kaydılar. Sıkıntı gözlerine çöreklenirken tekrar
yüzüme döndü. “Minnettarlığımı sana geri ödemeye geldim.”
Aynı yılan ses kulaklarıma dolarken suratına
tükürmek istiyordum. Yaramın kanamaya başladığını isyan eden keskin koku
burnuma çarparken sabah yediğim birkaç lokma boğazıma doğru yükseliyordu. Çenemi
tutan elini serbest bırakmayacağını anlayınca dokunuşundan çırpınarak
kurtuldum. “Senden hiçbir şey istemiyorum. Beni rahat bırak hemen.”
Elini kaldırıp düşünceli bir tavırla
yanağını kaşıdı. “Hemen aynı sınıfa geldik bakıyorum.” diyerek azarlar gibi
parmağını salladı. “Ah, doğru ya! Ödemeye geldim dedim, öyle ya? Ödetmeye
geldiğimi söyleyecektim.”
Cümlesinin manasızlığı karşısında anlımı
kırıştırdım. “Neyin bedelini?”
Soruma cevap vermeden yaptığı tek bir el
hareketiyle ayaklandım. Tekrar saldıracağımı bildiklerinden biri saçımı, diğeri
de öteki kolumu kavradı. Sulanan gözlerimle birlikte görüş açım gitgide
bulanıklaştı. Yaşlar yanaklarıma dökülmesin diye gözlerimi sımsıkı yumdukça baş
ağrım çoğaldı. Üç kişi tarafından yürütülmem sonucu duraksadığımızda hemen
gözlerimi açtım. Soylu bir aileye ait olduğu her halinden belli olan bir arabanın
karşısında dikiliyorduk.
Vezirin oğlu daha deminki tiksindirici
ifadesinden sıyrılıp nezaketle beni içeri davet etti. “Zorluk çıkarmamanı rica
ediyorum.”
Hiçbir harekette bulunmadığımı görünce rahat
bir tavırla benden önce arabaya girip kaliteli koltuğa yerleşti. İçeri
gireceğimden hepsi emin gibiydi. Ayağımı kaldırıp basamakları tırmanmaya
başladım. Sağ ayağımı basamakta bırakıp sol ayağımı içeri giriyor gibi yaparak
koltuğun döşemesinin dibine koydum. Artık içeri girdiğimden emin olan arkamdaki
bedenler hafiften beni sıkmayı bırakmıştı. Her şey saniyeler içerisinde ardı
ardına gerçekleşti. Ayağımı dayadığım koltuk döşemesinden aldığım güçle kendimi
arkamdaki bedenlerin üstüne savurdum. Gözlerimi açtığımdan beri gözlediğim
bıçağın sahibinin elinden tam o sırada bana ait olanı kapabildim. Üç adamı
ardıma savurduğum gibi ben de onlarla beraber düştüm ama onlar gibi bu
hareketten habersiz olmadığım için hemen ayaklanıp eteklerimi topladığım gibi koşmaya
başladım.
Arkama bakmak gibi bir hataya düşmemek için
sadece önüme odaklandım. Koşarken bir yandan da yardım diye bağırmaya başladım.
Başka ne bağırdığımın farkında değildim, tek amacım sesimin son okta
çıkmasıydı. Sokağın köşesindeki terzi dükkanını gördüğüm gibi içimi öyle bir
ferahlık yayıldı ki tüm acılarımdan bir an için sıyrıldım. Bu sefer beni
birilerinin duyacağından emin olduğumdan bağırmak için heyecanla dudaklarımı
araladım.
Sonra kocaman bir el ağzımı kavradı. İki
kolum az öncekinin kuvvetli olduğunu sandığım için kendimi aptal hissedeceğim
ölümcül bir güçlü sıkılmaya başladı. Eterin keskin kokusu azıcık burnuma
dolduğu gibi nefes almamak için direnmeye başladım. Saniyelerle birlikte
olduğum yerden sürüklenerek uzaklaştırılıyordum. Nefes almadığım için ölümü
düşünmeye başlarken derin bir panik hissi beni sarmaladı. Debelenmeye çalıştıkça
boğulmaya başladığımı hissettiğimde o keskin kokunun burun deliklerime
dolmasına izin verdim.
Suratıma yediğim hafif tokatlarla birlikte
zoraki gözlerimi araladım. Karşımdaki yüzün tanıdık olması uyandığım gibi
midemin bulanmasını sağladı. Muhafızlardan biri önüme çökmüş dikkatle yüzümü
izliyordu. “Uyandı!” diye bağırdı. “Hemen haber ver.”
Etrafıma bakmak için hareket ettiğimde yerime
sabit oturtulduğumu anladım. Nefes almamı zorlaştıracak kadar sıkı bir şekilde
sandalyeye bağlanmıştım. Odayı incelediğim gibi kendimi Bay Sergei’nin
köşkündeki prova salonunda hissettim. Oranın dörtte biriydi ama her taraf müzik
aletleriyle çevriliydi. Duvarlarsa çok az aralıklarla tablo eserleriyle döşenmişti.
Yerlere kadar uzanan pencerelerin kalın şaşalı perdeleri diplere kadar yere
çekilmişti.
Vekilin oğlu elinde bir bardak suyla odaya
girdi. Adımlarını önümde durdurup bardağı bana uzattı. Zaten mora dönen dudaklarım
susuzluktan çatlamış olmalıydı. Bana içirme nezaketinde bulunmaya çalışıp
bardağı dudaklarıma dayadığında ilk düşüncem çenemle bardağı itmek oldu. Ama
bunu yaparsam karşılığında su üzerime dökülecekti. Bu da keten elbisemin ıslaklıkla
üzerime yapışması demek oluyordu ki bu halde burada kısılıp kalmışken birinin
dikkatini çekme ihtimali beynimden vurulmamı sağladı. Acele yudumlarla dudaklarımı
dayadığı bardağı bitirdim.
Ayağa kalkıp nefes almamı zorlaştıran belime
dolanmış ipi çözüp yere attı. Artık sadece ayaklarım sayesinde sandalyeye
bağlıydım. Aklımdan geçeni anlamış gibi tek kaşını kaldırdı. “Ayakların o
sandalyeye yapışık halde hareket ettiğin gibi yere çakılıp kalırsın.”
İyi de yere düştüğümde ellerimi uzatıp
ayaklarımdaki düğümleri açabileceğimi düşünecek kadar zeki değil miydi?
Muhtemelen bunu denemem için odada beni bir saniye bile yalnız
bırakmayacaklardı. Ellerim bileklerimden bağlı olduğu halde şimdi onları
rahatça kaldırabiliyordum. Boynumdaki yaraya dokunduğumda artık kanamadığını ve
pansumanının değiştiğini gördüm. “Onun için üzgünüm ama Mahya için aynısını
söyleyemem. Birkaç gün rahat yürüyemeyecek. Bunun karşılığında yaranı kanatmış
oldu ne yazık ki.”
Burada durmaya devam ettiğim her saniye
benim için daha da tehlikeli hale geliyordu. Aynı soruyu tekrar sormaktan
bıkarak yeniledim. “Benden ne istiyorsun?”
Yavaş bir hareketle sandalyesinden
ayaklandı. Etrafımda yürürken yanağını kaşıyordu. “Sence de her şey biraz hızlı
gerçekleşmedi mi?” Karşıma geçip gözlerini kıstı. “Ve sanki fazla mükemmel.”
“Anlamıyorum?” dedim kaşlarımı çatarak.
“Dans boyunca sadece benim gözlerimin içine
baktın. Sana hipnoz olup başka hiçbir şeyin farkına varmamamı sağladın. Sanki
önceden her şeyi saniyesi saniyesine biliyormuş gibi bir anda sahneden
fırladın. Mükemmel bir dövüşçü gibi tek hamleyle muhafızımın yeninden kılıcını
çıkardın.” Alaycı bir edayla alkışlamaya başladı. “Ve bir anda şovun yıldızı
oldun.”
İtiraz edeceğimi anladığı gibi sözümü kesti.
“Ha tabii bir de çok göze batmamak için bu keskin yarayı vücuduna kazımak
zorunda kaldın.” Tüy gibi bir dokunuşla boynumdaki pansumanın üzerini okşadı.
Öfkeyle eline saldırarak onu fırlattım.
Sakin konuşması sona ermek üzereydi. “O anda
düşünemedim. Yaran öyle kötüydü ki böyle bir acıyı bilerek alacak olman
aklımdan bile geçmedi. Hoş o galeyanda pek düşünecek vaktim olmadı. Sonrasında
beni kurtardığın için hocan tarafından kutlanacağını sanırken hayatımda
gördüğüm en rezil şekilde küçük düşürüldün.”
Dişlerimi öylesine birbirine kenetlemiştim
ki yüzüm seğiriyordu. “Yani sen-” diyerek tüm hararetimle konuşacaktım ki
eldivenli başparmağını dudaklarıma yapıştırarak beni susturdu. Suratındaki tüm
muzip mimikler kaybolmuştu. İçime ağır bir korku oturmaya başlarken öfkemin
içinde o parmağı ısırmamak için kendime hakim olmaya çalışıyordum.
Parmağını dudaklarımdan çekip kaşımın
üzerinde birbirine dolanan saçları geri çekti. Gözlerini dikkatle izlediğimde o
an ölümle yüz yüze gelmenin nasıl bir his olduğunu hatırladığına emindim. Bu anının
diken gibi batan öfkesinin kat kat büyümesiyle suratı karardı. “Evet, seni bana
oynanan suikastta başrol ilan ediyorum.”
Ciddi anlamda okurken keyif alıyorum :) Bazen keskin, bazende tatlı cümlelerinle beni romanın içine çektin ..
YanıtlaSilAfrah! Sanırım bu romana daha güzel bi isim bulunmazdı. Seni seviyorum tatlım :)
Çok teşekkür ederimm<33 Afrah konusunda kararsızdım ama yazdıkça ben de isme aşık oluyorum, iyi ki onca isim üzerinden Afrah'da karar kılmışım :)
SilAfrah favori isimlerimden oldu artık :) iyi ki Afrah olmuş <3
SilBetül devamı ne zaman gelecek meraktan çatladık :D
YanıtlaSilÇok sıkıntılı bir bölüm yazıyorum🤔 bu haftasonuna biticek umuyorum :)
SilAfrah ve leila konuşurken onlarla beraber bende ağladım :( gerçekten öyle güzel ilerliyor ki konu neler olacak çok merak ediyorum ve sabırsızlıkla bekliyorum :) eline sağlıkk 💕
YanıtlaSilÇoook teşekkür ederim💐💐 O duyguyu verebildiysem ne mutlu bana :)
SilHer gün dört gelmiş mi diye kontrol ediyorum Betülcüm, neler olabileceğini azıcık tahmin etsem de yazım dilin çok sürükleyici merakla bekliyorum :))
YanıtlaSilOkumana çok sevindim canımm :)) Dört de gelicek en yakın zamanda inş 💞
SilTekrar Selam Betül, gayet merakla bölümlerini takip ediyorum.Romanın çok orjinal.Okudukça dahasını istiyor insan.Kurguda bir tek Sergei'den, vekilin oğlunun hiçbirşey öğrenememesi veya orada çalışanlardan Afrah hakkında hiç bilgi edinememesi kısmı biraz eksik kalmış gibi...İleride geliştirebilirsin diye söylüyorum yoksa çok önemli değil ama okurken aklıma takıldı işte.En kısa zamanda yeni bölümleri bekliyorum.
YanıtlaSilTeşekkür ederim yorumun için :) Aslında Bay Sergei'den bilgi almak vezirin oğlunun değindiği kadar kolay değil. O yüzden ilerki bölümlerde vezirin oğlunun o konuşmaya ne kadar değindiği ortaya çıkacak. Sıradaki bölüm yolda valla, yarılamama az kaldı :)
Sil