22 Şubat 2017

,

Kılıçların Dansı 3. Bölümü

3. Bölüm
   
   Bu cüreti nereden bulduğum hakkında o an kafamı toplamaya vaktim yoktu. Saniyeler önce ölümle burun buruna gelen soylu bir asilin önüne dikilmiş bu suikastı durdurmam yetmezmiş gibi hala onu korumak için tüm vücudumla siper olmuştum. Siyahlara bürünmüş adamın gözlerine öyle bir susuzluk yer etmişti ki bu nefretin arka perdesini çok merak ediyordum. Tüm bahçe ölüm sessizliğine bürünmüş, tüm kafalar benim olduğum tarafa dönerek nefesler tutulmuştu. Bu sükûtu bozabilecek tek kişi yine ben gibi görünüyordum. Kılıcımı kesik açmasını engelleyecek kadar boğazına bastırmaya devam ettim. “Kılıcını yenine geri sok.”
   Bu bakışma süresinin gitgide uzaması boğulmamı sağlıyordu. Bir an önce tüm bu karmaşıklığın sona erip adamın güvenli ellere teslim olmasını istiyordum. Herkes put kesilmişken sonunda bir şeyler hareketlendi. Karşımda oturan muhafız olabileceği en hızlı şekilde ayaklandı ama suikastçı çoktan fark etmişti. Kılıcını tamamen yeninden çıkarmaya yeltenirken muhafız bir kolunu sabit bir sertlikle kavradı. O galeyanla babamın en büyük kuralını örtbas ederek gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Muhafızın adamı kavramasını gördüğüm saniye kılıcımı indirmeye başlamıştım. Öyle ani bir hareketle boştaki elindeki kılıç bana doğru hamleyle hareketlendi ki geri doğru havalandığımda sol omzuma saplanan acıyla beraber arkamdaki sert gövdenin üzerine yapışırcasına hızlı bir düşüş yaptım. Boynumla sağ omzum arasında ince deri alev alev yanarken o sert yastığın üzerinde ters çevrildim. Pahalı baharat kokularıyla harmanlanmış parfüm kokusu burnumu doldururken başım iznim olmadan o sıcak boyna sokuldu.
   Alt dudağımı kuvvetlice ısırırken tereddütlü parmaklar kanın peyda olduğu yere tırmanıyordu. Ağzımdan acı dolu bir nida koptu. Sıkıca tutunduğum bedenle beraber ayağa kalktığımda henüz kendi gücümle durabilecek halde değildim. Sanki acısını gidirebilecekmişim gibi iki elimi de çekip boynuma bastırdım. Hiçbir şeye tutunamayan bedenim havada koyarken o kokunun yoğun bir şekilde burnuma çarptığı kucağa alınıyordum. Sarsıntım az çok geçtiğinde gözlerimi aralamaya başladım. Ellerim hala boynuma sabit etrafı izliyordum. İç gösteri salonuna taşınıyordum. Oyuncak bebek gibi koltuğun üzerine serildim. Etrafımı çevrelemiş onlarca kafa midemi daha beter bulandırıyordu. Yaramın ne derece olduğuna karar vermeye çalışan sesleri bölük pörçük anlayabiliyordum. İyice kendime gelmeye başladığımda bakış açıma giren ilk şey dakikalar önce beni hayranlıkla izleyen gözlerin tedirginlikle titremesiydi. Alnından aşağı terler süzülüyordu. Kafamı indirip baktığımda boynumdan aşağı süzülen kanın mükafatı olarak buz mavisi elbisem gitgide bordo rengine bürünüyordu. Yaramın üzeri kapandı ve acıyı hafifleteceği sanılan cümleler mırıldanıldı.
   Nihayet kulağımın uğuldamasına son verip acıya katlandığım halde her şeyin farkına varmaya başladığımda kendime geldiğimi idrak ettim. Elimi aldığım kesiğin üzerine getirdiğimde kılıcın oldukça hassas bir yer olan boynumla omuzum arasına isabet aldığını görmek içimi ürpertti. İstese o kılıç darbesiyle boynuma ölümcül bir darbe sallayabilirdi. “Ben iyiyim.” diye fısıldadım kuru boğazımın el verdiğince.
   Etraf dağılmaya başladığında koltukta bacaklarımı sarkıtmış boynumun el verdiğinde eğilmiş halde oturuyordum. Ellerim başımın arasında el mahkum hücum eden vızıltıları dinliyordum. Maliye Veziri’nin oğlunun hayatını kurtarmıştım ama bunun yanında dans gösterisini kaosa sürüklemiştim. Suikastçıyı fark etmemiş gibi dans gösterisini yerimde tamamlamaya devam etmemin hiçbir anlamı yoktu. Suikastçının hedefini gerçekleştirmesiyle bahçe zaten kan gölüne dönecekti. Tekrar ve tekrar kendime yanlış bir şey yapmadığıma inandırdım. Bay Sergei de bir bakımdan Maliye Veziri’nin oğlunun hayatını kurtarmıştı. Babası bu yüzden minnettar olmalıydı. Bay Sergei beni dans gösterisinden çıkarmamış olsaydı muhtemelen az önce olanların tam tersi gerçekleşecekti. Herkesin gözü sahnede dans edenleri izlerken oradan oraya oynuyordu. Böylece sinsice masaya kalkışan karartırın öylesine hareket eden bir muhafız olduğu sanılmıştı. Bir yandan da aklım almıyordu. Maliye Veziri diye gözümüzde büyüttüğümüz adam oğlu için en mühim günde sıkı bir tedbir almamış mıydı? Ne olursa olsun o suikastçı nasıl içeri girebilirdi?
   Freida’nın ismimi bağırmasıyla düşüncelerimden koptum. Bilincim yarı kapalı getirildiğim salon baştan sona parıltılarla döşenmişti. Perdeler, camlar, kirişler, ahşaplar, zemin ve diğer her yer altın parıltılarıyla süslüydü. Maliye Veziri’nin oğlu pencereden dışarı bakarak bahçeyi izliyordu. Kucağında taşınırken ağzından çıkan telaşlı sorular haricinde ağzından henüz hiçbir şey duymamıştım. Vezirin oğlunun yanında orta yaşlı bir adam dikilmiş ona bir şeyler söylüyordu. Salonun kocaman olmasına isnaden bir de fısıltıyla konuşmaları seslerinin vızıltıdan farksız çıkmasını sağlıyordu. Hoş aklımda durmaksızın bir şeyleri tartmakla öylesine meşguldüm ki onlara kulak kabartmaya yeltenmemiştim.
   Freida yanıma oturup kollarını sıkıca bana doladı. “Sana bir şey olacak diye öyle korktum ki!”
  Sırtını sıvazladıktan sonra geri çekildim. “Ne zaman buradan çıkacağım Freida? Hava kararmadan evde olmam gerek.”
   “Babam Maliye Veziri ile konuşuyor. Birazdan Bay Sergei de burada olacak.”
  Yenilmiş omuzlarım düşerken dudaklarımı büktüm. Freida da olacakları bildiği için daha fazla konuşmadı. Bir dakika geçmeden Bay Sergei ve birkaç kişi içeri girdiğinde yerimden kalkmaya yeltendim fakat baş ağrım öylesine şiddetliydi ki Freida’ya tutunmadan ayaklanamadım. Başım dönmeye devam ediyor, istifra etmemek için düzenli nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
  Bay Sergei’nin içeri girmesiyle birlikte pencerenin önündeki orta yaşlı adam bana tek bir kez bakmadan salonu terk etti. Vezirin oğlu da onun ardından yürüyordu ki kendimi tutamadım. Bana tek bir minnet dolu cümle söylemeden yanımdan değersiz biriymişim gibi defolup gitmesi öfkemi katlıyordu. Freida’nın kolundan çıkıp ona doğru yürümeye başladım fakat baş ağrımın  şiddeti yüzünden soğuk ellerimi şakaklarıma bastırdım. “Bana teşekkür etmeyecek misiniz?”
   Yüzünü bana döndüğünde gözlerindeki kararsızlık öyle yoğundu ki bir daha benim karşımda aynı ışıkla parlamayacakları çok belliydi. Tek bir kelime etmeden yürümeye devam etti. Kızgınlığım bir kat daha arttı. “Ölmene razı olup dansıma devam edebilirdim ya da senin yerine ben ölebilirdim.”
  Kapıya varmadan önce duraksadı. “O halde bu vakadan ufak bir sıyrıkla kurtardığın için şükretmelisin.”
   Ona doğru hışımla yürürken Bay Sergei beni zapt edecek kadar sertlikle kolumu kavradı. Olduğum yerde sendelerken kolundan kurtulmak için onu ittim.
  Kafasını kaldırdığında gözlerindeki fırtına öfkemi söndürmeye yetmedi. Vezirin oğlunun küstahlığıyla vücudum titriyordu. Bu yetmezmiş gibi omzumdaki kesiğin acısı iç yanağımı ısırmaktan kanattıracak kadar acı veriyordu. Dikkatimi başka bir yere vermeye çalışırken Bay Sergei karşıma dikildi. Yanında bir diğer kabusum olan elbiselerin naif sahibi Bayan Shaharih dikilmiş inanamaz gözlerle beni izliyordu. Kalbim deli gibi atıyordu ama bu sefer bunun sebebinin daha deminki iğrenç küstahlığın üzerine karşımdaki iki kızgın surat olduğunun farkındaydım. Başımdaki ağrı, midemden dışarı atılmak için ısrar eden istifraya omzumdaki acının eklenmesiyle gözlerim kapanmaya başladı. Yüksek okta bir kadın sesi bir anda tüm salonda yayıldı. Ama bu ses öfkeden uzak tanıdığım en yumuşak bakışlı adam tarafından engellendi. Kelimelerle başladığı hiddetini cümleye dökmeyi lüzumsuz bularak beni omuzlarımdan yakaladı. Saplanan acıyla beraber artık uyuşan gözlerimi açabilecek gücü zar zor buldum. Daha kafamı kaldırmama fırsat vermeden sanki onca nazik notayı çalan parmaklar ona ait değilmişcesine yüzüme okkalı ikişer tokat patlattı. Arıların bala hücum etmesi gibi beynime öyle bir zonklama yayıldı ki başımın iki tokatla savrulması misali bacaklarım da yerden havalanıp beni dizlerimin üzerinde yalnız bıraktı. Sonrasında yaşlarla dolu gözlerimi kısarak gidişatı izlemek için çabaladım. Konuşmak için vermem gereken uğraşın ağırlığı dilime her saniye yeni bir mühür vuruyordu. Tırnaklarımı avuç içlerime saplayacak kadar ellerimi sıktım. Titreyen gözlerime eşlik eden rezil gözyaşlarıyla, “Vezirin oğlunun suikasta kurban gitmesi pahasına dans etmeye devam etmemi mi bekliyordunuz?” diye bağırdım. Biraz sonra ağır bir uykuya dalacağımın vaadi verilmiş gibi bundan güç toplayarak sesimi yükseltmeye devam ettim. “Böylece elbise kana bulanmayacak, dans gösteriniz mükemmeliyetine kavuşacak ve tüm bu koşuşturmanın sahibi göz önünde can mı verecekti?” Tam da o an bu dünya üzerinde böylesine ağır bir nefreti Bay Sergei’den başka hiç kimseye hissedemeyeceğimi kavradım. Ondan iliklerime kadar tiksiniyordum. “Salyasıyla asillerin paçalarını yalayan bir köpekten farksızsınız.”
   Aynı o akşam babamın kelimeleri ağzına sığdıramaması gibi, “Sen… sen…” diye ölümcül bir tehlikeyle fısıldadı. Konuşmanın onun için yetmeyeceğini anlayarak üzerime doğru yürümeye başladı.
   Kılıcın güvence veren çıplak sesiyle Bay Sergei olduğu yere mıhlandı. “Sakın bir adım daha atma.” diye emretti tanıdık bir ses.
   Bay Sergei gözlerine yerleşen korkuyla geri çekildi. Demirin pas kokusu burnumu sızlatırken tanıdık bir genç tarafından güvenle sarmalandığımı fark ettim. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Rapid beni kucağına almak için ileri atıldığında Bay Sergei yine yılan ağzını açtı. “Dansın karşılığında sana yapacağım tüm ödemenin karşılığını kuruşu kuruşuna bana borçlusun. Gösterimi mahvettin ve elbisenin ücretini ancak haftalarca köşkümü temizleyerek karşılayabilirsin.” Öfkesinin yansıdığı boğuk sesiyle konuşmaya devam etti. “Bir an önce defol yoksa gösteride yer aldığın haberini sen itiraf etmeden babana ben uçuracağım.”
   Rapid’in kucağına alınırken vücudum tüm direncini kaybetmek üzereydi. Suratımda alaycı bir tebessümle titrek gözlerimi son kez açarak aynı tonla, “Köpek,” diye tısladım. Boğazım kupkuru olmasa suratına tükürmeyi öylesine güçlü arzu etmiştim ki.
   Ardından gözlerim kapandı ve serbest ellerimi her yerime batan ağrılarımla artık acısı fark edilmeyen boynuma koydum. Rapid kapının eşiğinden geçerken dikkatle ağır ağır taşıdı beni. Öyle yavaştı ki burnuma tekrar aynı baharatlı koku takıldı. Vezirin oğlunun tüm bunları arkamızda durup izlediğini idrak etmem bana hiçbir şey hissettirmedi. Sadece bir insanın daha ne kadar haksızca rezil olabileceği ihtimalini sorgulattı. Tek bir kez önemli bir hayatı kurtarmak pahasına elime kılıç almıştım fakat ne hayatını kurtardığım asil minnettarlık duyuyordu ne de sayemde övgüler toplayan adam bana hak ettiğim sözleri armağan ediyordu. Sıcak bir kucakta adım adım taşınırken iki çift zümrüt gözün beni acımayla dalgalanan duygularla izlediğinden adım gibi emindim. O soylu yılan ağzından nereden öğrendiğini bilmediğim ismim yükseldi. Rapid beni merdivenlerden aşağı indirmeye başlamıştı. Uzun süre kendime gelemeyeceğimi bildiğim uykuya doğru sıkı bir iple tatlı tatlı çekiliyordum. Kirpiklerim titredi ve nihayet tüm acılarımdan uyuşarak uzaklaştım.
   Kabuslarım yorulmaksızın birbirini kovaladı. Kendimi en yüksek köşklerden aşağı atıyordum, babam omzumla kolum arasındaki yara alan yere daha büyük bir sancıya neden olan başka bir darbe indiriyordu, vezirin oğlu karşıma geçmiş küçümser bakışlarla beni inceliyordu, Bay Sergei yılmaksızın tekrar tekrar suratıma ateş parçası tokatlar yapıştırıyordu. Hatta bir ara ejderhaları görecek kadar ileri gitmiştim. Fakat bu kabusların hiçbirinde nefes nefes uyanmıyordum. Uzun bir karanlık hissinden sonra bir yenisi başlıyordu. Uykuda olmadığımı anlamadığım zamanlarda gözlerimi açmayayım diye birisi kirpiklerimden çekiyormuşçasına gerçek hayata dönmeye yenik düşüyordum. Sabah olduğunu varsayıyordum, akşam olduğunu varsayıyordum, her uyandığımda yanımdaki kokular değişiyordu. Sabah olduğunu yemek kokusundan anlıyordum, akşam olduğunu babamın is kokusundan anlıyordum. En çok da nasırlı eller omzumu okşadığında gözlerimi açmak için yalvarıyordum ama nafile değildi. O şefkatli kollar sadece yarama dokunmakla kalıyor, arada terden alnıma yapışan saçları geri sıvazlıyordu. Bir kere bile yanıma ilişip yüzüme öpücük kondurmamıştı. Onun aksine Leila geceleri yanı başımda oturuyor, kendime geldiğim çok kısa sürelerde çıkardığı ani nidalarla el işi yaparken parmağına iğneye batırdığını anlıyordum. Kabuslarım gibi günler de birbirini kovaladı. Artık kendime geldiğim kısa sürelerin uzayıp akmasını istiyordum.
   Sayacak kadar farkına varamadığım ertesi günlerin birinde nihayet şafak henüz yeni doğmuşken gözlerimi açtım. Kucağımda hissettiğim ağırlıkla Leila’nın üzerime doğru uyuduğunu anladım. Sıkı kollarından zarifçe sıyrılıp ayaklandım. Evdeki herkes hala uyuyordu. Çekmeceden aynayı çıkarırken kısa kısa nefesler alıyordum. Aynayı kaldırıp suratıma sabitlediğimde bu işlemden sıkıldığımı fark ettim. Babam tokat atmadan önce de hep böyle oluyordu. Ne zaman suratımda hafiften bile sancıyan bir yer olsa talimin ardından eve koşa koşa gider aynaya yapışırdım. Aynısını tekrarlarken bu sefer ihtimalden uzak bir kesinlikle suratımda göreceğim şeyi bildiğimden daha bitkin ve çaresizdim. Gözlerim hemen tırnak izi bulmak için arayışa girdi ama belirli bir çizik yoktu. Parmaklarını çıkaracak kadar bariz bir iz de mevcut değildi. Sadece tokat yediğimin anlaşılacağı üzere yanaklarım fazlasıyla kızarıktı. Sol gözümün altının morluğu artık yeşile çalmaya başlamıştı.
   Aynayı duvara fırlatmak yerine ses çıkarmamak için sakince komidinin üzerine koydum. Günlerdir uyumanın bedeli olarak her tarafım ağrıyordu. Gerinerek odadan çıkarken vücudum isyana bürünerek katur kutur sesleriyle çığlık atıyordu. Sol kolumu kaldırdığım gibi gözlerimi dolduracak ani bir ağrı boynuma saplandı. Ürkek adımlarla elimi yaranın üzerine koyduğumda kendimi yaranın ne hale geldiğini merak etmediğime inandırmaya çalıştım. Acıyı geçirmek istercesine bandajın üzerinden boynumu okşadım. Günlerdir soluduğum toz ve yemek kokusundan uzaklaşmak için dışarı çıktım. Henüz hiçbir evde yaşam belirtisi yoktu. 

Pazara doğru yürürükten alışkanlık olarak önümdeki taş ve çöp yığınlarını kovaladım. Hareket ettikçe vücudum açılıyordu.
   Yeterince temiz hava aldığıma kanaat getirince geri evin yolunu tuttum. Zihnimi boş bırakmak istiyordum ama terzinin dükkanının önünden geçerken kendime hakim olamadım. Vitrinde asılı olan buz mavisi gündelik elbiseyi görünce yaşadıklarım bir anda aklıma üşüştü. Bay Sergei’den yediğim tokatla vezirin oğlunun küçümsemesini zaten unutamıyordum ama asıl başımı kayalıklara vurmamı isteyecek kadar çaresizliğimi hissettiren altına girdiğim borcu hatırlamak oldu. Ben dansın ritmini bozmasaydım bile her şey saniyeler için mahvolacaktı. Bunu bildiği halde sırf bana hak ettiğim ücreti ödememek için dansı bozduğumu savunmuştu. Külliyen haksızdı ve hak ettiğim her şeyi elimden alırken üstüne ona borçlanmamı sağlamıştı. Fakat kime gidip beni savunması isteyecektim? Babamın karşısına geçip olanları itiraf edemezdim. Bay Sergei babama her şeyi söyleyeceğini söylemişti ama o an sadece konuştuğunu biliyordum. Bundan sonra babama herhangi bir şey söylemesi onun yanına artı hiçbir şey eklemeyecekti. Zaten istediği her şeyi söküp almaya kararlıydı.
   Hem her şeyi adaletsizce benim üstüme yıkmış, hem de beni dövmüştü. Bay Sergei ki vücudumda tek bir kızarıklık yüzünden bana hesap sorarken en büyük hasarlardan birini üstümde kendisi bırakmıştı. Bunca haksızlığın üzerine bir de yediğim tokatları tekrar anımsamak içimi yakmaya başladı. Gördüğüm en yakın ağacın yanına görünüşüm bulaşık bir şekilde ulaştım. Ciğerlerim öylesine acıyordu ki ağlamak bile beni rahatlatmayacaktı. Nefeslerimi beceriksizce düzene koymaya çalışırken çoktan yaşlar süzülmeye başlamıştı. Ardından başıma sancılar sokan bir ağlama krizine tutuldum. Bir daha dans edemeyeceğim gerçeği zihnime çarptıkça hıçkırıklarım da yükseldi. O borcu ödememin karşılığının danstan ve tablo modelliğinden kazandığım parayla bile tam karşılaşamayacağı gerçeğinin altında ezilirken elimi yumruk yaparak göğsüme vurmaya başladım. Başıma yüzlerce iğne aynı anda batıyordu.
   “Afrah!”
   Sesi tanıdığımdan yerimden oynamadım. Leila naif kollarıyla bana arkamdan sarıldı. Saçlarımın üzerine ardı kesilmez öpücükler koyarken beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Gözlerimden, burnumdan akanlarla suratım berbat halde olmalıydı. Leila elbisesin etekleriyle göremediği yüzümü silmeye çalışıyordu. Hıçkırıklarım hafifledi ama ağlamamı durduramıyordum.
   Sesi öyle çaresizdi bir umut taşıyordu ki üzüntüsü kalbimi daha çok yıkıyordu. “Her şey yoluna girecek. Tekrar dans edeceksin. Boynundaki izi de kapatacağız.”
   Hışımla dönüp ellerini avuçlarımın içine aldım. “Her şey mahvoldu. Danstan alacağım parayı borçlandım. Hayatını kurtardığım soylu şerefsiz bana minnettar kalacağına az kaldı suratıma tükürüyordu.”
   Akmaya aralık vermeyen yaşlarımı yüzümden siliyordu. “Gerekirse uykumdan azaltıp daha çok elişi yaparım. Daha çok elde dikiş yapıp borcu ödemene yardım ederim. Hem babamdan gizlediğim birikmişim de var.”
   “Hayır!” diye inledim derinlerime kadar beni paramparça eden bir acıyla. “Abla olan benim! Bu sefer de bana ablalık yapmana izin vermeyeceğim.”
   Kederli ifadesi çatlamaya başladığında aniden gözleri doldu. “Ne farkı var Afrah? Ha sen ha ben? Ne olmuş abla olan sensen? Biz kardeş değil miyiz? Sen aynısını benim için yapmaz mısın?”
   Elimi yumruk yapıp tekrar göğsüme vurmaya başladım. Hayır diye sayıklamaya devam ettim. Leila tüm kuvvetiyle elimi kavrayıp beni göğsümü tekmelemekten kurtardı. Daha şiddetli ağlamaya başlarken avuçlarıma aldığım ellerini öpmeye başladım. “Hayatımda bir defa…” Birbirine vuran dişlerim konuşmamı engelliyordu. Alt dudağımı ısırıp bunu durdurmaya çalıştım. “Hayatımda bir defa kendimi abla gibi hissedecektim.” Ellerine tekrar içten öpücükler kondurdum. “Sana dikiş makinası alarak tüm bu acılardan sıyrılmanı sağlayacaktım.” Çaresizlik dolu bir çığlıkla, “Onu bile başaramadım!” diye hıçkırdım.
   Leila yenilmiş bir nefes vererek kollarını sımsıkı bana doladı. Benim şiddetime yetişemese de o da kollarımda ağlamaya başladı. Bir süre orada oturmuş anneleri en sevdiği oyuncağı paramparça etmiş iki küçük kız çocuğu gibi sarılıp ağladık. İlk kimin nefesleri düzene girdi hatırlamıyorum. Sonunda Leila beni yerden kaldırıp eve doğru ilerlemeye başladı. Ona eşlik ediyordum ama hayalet gözlerle yürüyordum.
   Ağzıma koyduğumun tadını almadığım bir kahvaltı boyunca ağzımı açmadım. Babam evden çıkana kadar benimle tek kelime konuşmadı. Elinde olsa yüzüme bile bakmayacaktı ama gözlerinin üzerimde olduğunu hissetmiştim. O kadar uzun süre boş boş yatakta durdum ki farkına varmadığım yeni hasarlarımı keşfettim. Üst üste günlerce kılıç tutmaktan tırnak diplerim kanlanmış, dişlerimin sıkmaktan oluşan ağrısı henüz geçmemişti ve muhtemelen dudaklarım da berbat bir mor rengine çalmıştı. Bunun yanında ayağımdaki kırılan tırnağın alttan yenisi geliyordu. Tüm gün odada oturmak beni daha çok düşünmeye, daha çok düşünmekten delirecek raddeye getirdi. Sırf kafamı dağıtmak için dikkatle Leila’yı izleyip ördüğü kazağın adımlarını ezberledim. Hatta yarın ip bulursam başlayacağımı söyledim. Ne de olsa bundan sonra koşuşturacağım dans provaları yoktu. Babam da hasar aldığıma gerçekten inanmış olmalıydı ki bir süre beni talimlerden rahat bırakmaya karar vermişti. Örgüyü izlemek de bir yere kadar üzerime duvarların gelmemesini sağladı. Üst üste iç geçirerek evde gezinmeye başladığımda nihayet ikindi vaktinin geldiğini fark ettim. Mutfağa koşup içeri girdiğimde annemin hazırlanan yemekleri paketlemeyi bitirmek üzere olduğunu gördüm. Leila’ya tek başıma yapacağımı haber verdikten sonra el arabasına hepsini yerleştirmeye başladım.
   Son paketleri de yerlerine bıraktıktan sonra el arabasını sürerek keyifsiz gözlerle eve dönmeye başladım. Babam bunu yapmama her zaman kızardı ama kestirme yol varken tüm pazar yolunun karışıklığını çekmekten nefret ederdim. Bu sokak üzerindeki evlerin çoğu harabeden ibaretti. Halkın çoğu yıkık dökük evlerden yeni paylar satın almıştı ama henüz kimsenin bu ağır işe girmeye niyeti yok gibiydi. Normalde keyifli olsaydım sokağın bomboş olmasının rahatlığıyla şarkı mırıldanırken vücudumu sallandırıp hafifçe dans ederek yürürdüm.
   Sokağı yarıladığımda arkamdan bir ses duydum. Fark ettiğim anlaşılmasın diye pür dikkat istifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Paniğimin beni mahvedeceğini bildiğimden el arabasını sürmeye devam ettim. Önüme büyük bir taş denk gelmiş gibi olduğum yerde hafif bir şiddetle duraksadım. Temkinli adımlarla öne gidip taşı alıyormuş gibi eğildiğimde hemen belimdeki bıçağı alıp bileğimin altına sakladım. Kendimden emin yürüyordum ama artık korkmaya başlamıştım. Sırtımı sesin geldiği yöne çevirip dümdüz arabayı sürmeye devam ettim. Ayak seslerinin yaklaştığını duyduğum gibi kalbim çılgınca atmaya başladı.
   Artık aramızda tahminen beş metre kadar vardı. Bu yakınlık sayesinde ayak seslerinin tek bir kişiye ait olmadığını anlamamla birlikte alnımdan aşağı soğuk terler akmaya başladı. Çok az kaldığını hissettiğimde yerimden iki zıplayışla onları önümde bırakarak arabanın arkasına geçtim. Bu sırada bıçağı olduğu yerden hızla savurup önümde duran iki muhafızı hedef alarak uzattım. “Benden ne istiyorsunuz?”
   Daha uzun boylu olan diğerin bıkkın bir ifadeyle, “Sana kolay olmayacağını söylemiştim.” diye homurdandı.
   “Haklıydın. Sahneden atlayıp kılıcını çektiğinde anlamalıydım.”
   Orada dikilmiyormuşum gibi konuşmaya devam etmeleri kızgınlığımı katladı. “Benden ne istiyorsunuz dedim!”
   Uzun boylu muhafız bir adım öne geçtiği gibi arabayı daha sıkı tutup geriledim. Ellerini kaldırarak yerinde duracağını belirtirken gözüm hemen beline bağlı kılıca kaydı. “Tamam, seni hemen alıkoyamayacağımızı anladık ama uzatma istersen.”
   “Soruma cevap ver!” diye bağırdım gözlerimden ateş saçarak.
   “Bizimle bir yere kadar eşlik etmen gerekiyor.” dedi daha cılız olan.
   Bıçağımı daha dik tutarak el arabasından elimi çektim. Bir adım daha gerilediğimde ikisinin de kaşları otomatik olarak kalktı. “Sakın bir adım daha atma.”
   İçimden üçe kadar sayıp arkamı döndüğüm gibi koşacaktım. Daha ikiye varmadan kılıç tutan bileğim pranga misali sımsıkı kavrandı. Arkamda belireni hissettiğim gibi tüm kuvvetimle ayağımı kasık arasına indirdim. Bu ani saldırım sonucu bileğimi döndürmesiyle gözlerim sulandı. İki kolumu da mengene gibi sararak vücuduna bastırdı. Tüm gücüyle beni yere çöktürmek için enseme bastırdığında yaralı boynuma değen parmağının ağırlığını hissetmem acıyla savrulmamı sağladı. Boynuma saplanan ağrı sonucu ayaklarım beni taşımaya aciz kalarak bez bebek gibi yere çöktü.
   Beynim zonklarken dört ayrı erkek başka kafadan konuşuyordu. Bedenim hala acıyla yoğruluyordu. Başımda dikilen cellat elini ensemden çekmediği için yerde uçuşan toprağı izlemekle yetiniyordum. Aralarından biri öksürüp anlaşılmaz kesik seslerin hepsini susturduğunda sıktığım dişlerimin arasından zorlukla sesimi çıkardım. “Benden ne istiyorsunuz?”
   Ensemdeki el rahatlamaya başlayıp arkamda sabitlediği kollarımı daha sıkı kavradı. Başımı kaldırmaya yeltenirken buna gerek kalmadan pahalı eldivenlerle kuşatılan parmaklar çenemi tutup yüzümü havaya dikti. Ağlamamak için son güç sıktığım gözlerimi rahat bıraktım. Nihayet ıslaklıkla parlayan kirpiklerimi aralayıp gözlerimi açtığımda midem altüst oldu.
   Gözlerime değen bakışlar acımasız bir zevke sahipken yavaş yavaş boynuma kaydılar. Sıkıntı gözlerine çöreklenirken tekrar yüzüme döndü. “Minnettarlığımı sana geri ödemeye geldim.”
   Aynı yılan ses kulaklarıma dolarken suratına tükürmek istiyordum. Yaramın kanamaya başladığını isyan eden keskin koku burnuma çarparken sabah yediğim birkaç lokma boğazıma doğru yükseliyordu. Çenemi tutan elini serbest bırakmayacağını anlayınca dokunuşundan çırpınarak kurtuldum. “Senden hiçbir şey istemiyorum. Beni rahat bırak hemen.”
   Elini kaldırıp düşünceli bir tavırla yanağını kaşıdı. “Hemen aynı sınıfa geldik bakıyorum.” diyerek azarlar gibi parmağını salladı. “Ah, doğru ya! Ödemeye geldim dedim, öyle ya? Ödetmeye geldiğimi söyleyecektim.”
   Cümlesinin manasızlığı karşısında anlımı kırıştırdım. “Neyin bedelini?”
   Soruma cevap vermeden yaptığı tek bir el hareketiyle ayaklandım. Tekrar saldıracağımı bildiklerinden biri saçımı, diğeri de öteki kolumu kavradı. Sulanan gözlerimle birlikte görüş açım gitgide bulanıklaştı. Yaşlar yanaklarıma dökülmesin diye gözlerimi sımsıkı yumdukça baş ağrım çoğaldı. Üç kişi tarafından yürütülmem sonucu duraksadığımızda hemen gözlerimi açtım. Soylu bir aileye ait olduğu her halinden belli olan bir arabanın karşısında dikiliyorduk.
   Vezirin oğlu daha deminki tiksindirici ifadesinden sıyrılıp nezaketle beni içeri davet etti. “Zorluk çıkarmamanı rica ediyorum.”
   Hiçbir harekette bulunmadığımı görünce rahat bir tavırla benden önce arabaya girip kaliteli koltuğa yerleşti. İçeri gireceğimden hepsi emin gibiydi. Ayağımı kaldırıp basamakları tırmanmaya başladım. Sağ ayağımı basamakta bırakıp sol ayağımı içeri giriyor gibi yaparak koltuğun döşemesinin dibine koydum. Artık içeri girdiğimden emin olan arkamdaki bedenler hafiften beni sıkmayı bırakmıştı. Her şey saniyeler içerisinde ardı ardına gerçekleşti. Ayağımı dayadığım koltuk döşemesinden aldığım güçle kendimi arkamdaki bedenlerin üstüne savurdum. Gözlerimi açtığımdan beri gözlediğim bıçağın sahibinin elinden tam o sırada bana ait olanı kapabildim. Üç adamı ardıma savurduğum gibi ben de onlarla beraber düştüm ama onlar gibi bu hareketten habersiz olmadığım için hemen ayaklanıp eteklerimi topladığım gibi koşmaya başladım.
   Arkama bakmak gibi bir hataya düşmemek için sadece önüme odaklandım. Koşarken bir yandan da yardım diye bağırmaya başladım. Başka ne bağırdığımın farkında değildim, tek amacım sesimin son okta çıkmasıydı. Sokağın köşesindeki terzi dükkanını gördüğüm gibi içimi öyle bir ferahlık yayıldı ki tüm acılarımdan bir an için sıyrıldım. Bu sefer beni birilerinin duyacağından emin olduğumdan bağırmak için heyecanla dudaklarımı araladım.
   Sonra kocaman bir el ağzımı kavradı. İki kolum az öncekinin kuvvetli olduğunu sandığım için kendimi aptal hissedeceğim ölümcül bir güçlü sıkılmaya başladı. Eterin keskin kokusu azıcık burnuma dolduğu gibi nefes almamak için direnmeye başladım. Saniyelerle birlikte olduğum yerden sürüklenerek uzaklaştırılıyordum. Nefes almadığım için ölümü düşünmeye başlarken derin bir panik hissi beni sarmaladı. Debelenmeye çalıştıkça boğulmaya başladığımı hissettiğimde o keskin kokunun burun deliklerime dolmasına izin verdim.
   Suratıma yediğim hafif tokatlarla birlikte zoraki gözlerimi araladım. Karşımdaki yüzün tanıdık olması uyandığım gibi midemin bulanmasını sağladı. Muhafızlardan biri önüme çökmüş dikkatle yüzümü izliyordu. “Uyandı!” diye bağırdı. “Hemen haber ver.”
   Etrafıma bakmak için hareket ettiğimde yerime sabit oturtulduğumu anladım. Nefes almamı zorlaştıracak kadar sıkı bir şekilde sandalyeye bağlanmıştım. Odayı incelediğim gibi kendimi Bay Sergei’nin köşkündeki prova salonunda hissettim. Oranın dörtte biriydi ama her taraf müzik aletleriyle çevriliydi. Duvarlarsa çok az aralıklarla tablo eserleriyle döşenmişti. Yerlere kadar uzanan pencerelerin kalın şaşalı perdeleri diplere kadar yere çekilmişti.
   Vekilin oğlu elinde bir bardak suyla odaya girdi. Adımlarını önümde durdurup bardağı bana uzattı. Zaten mora dönen dudaklarım susuzluktan çatlamış olmalıydı. Bana içirme nezaketinde bulunmaya çalışıp bardağı dudaklarıma dayadığında ilk düşüncem çenemle bardağı itmek oldu. Ama bunu yaparsam karşılığında su üzerime dökülecekti. Bu da keten elbisemin ıslaklıkla üzerime yapışması demek oluyordu ki bu halde burada kısılıp kalmışken birinin dikkatini çekme ihtimali beynimden vurulmamı sağladı. Acele yudumlarla dudaklarımı dayadığı bardağı bitirdim.
   Ayağa kalkıp nefes almamı zorlaştıran belime dolanmış ipi çözüp yere attı. Artık sadece ayaklarım sayesinde sandalyeye bağlıydım. Aklımdan geçeni anlamış gibi tek kaşını kaldırdı. “Ayakların o sandalyeye yapışık halde hareket ettiğin gibi yere çakılıp kalırsın.”
   İyi de yere düştüğümde ellerimi uzatıp ayaklarımdaki düğümleri açabileceğimi düşünecek kadar zeki değil miydi? Muhtemelen bunu denemem için odada beni bir saniye bile yalnız bırakmayacaklardı. Ellerim bileklerimden bağlı olduğu halde şimdi onları rahatça kaldırabiliyordum. Boynumdaki yaraya dokunduğumda artık kanamadığını ve pansumanının değiştiğini gördüm. “Onun için üzgünüm ama Mahya için aynısını söyleyemem. Birkaç gün rahat yürüyemeyecek. Bunun karşılığında yaranı kanatmış oldu ne yazık ki.”
   Burada durmaya devam ettiğim her saniye benim için daha da tehlikeli hale geliyordu. Aynı soruyu tekrar sormaktan bıkarak yeniledim. “Benden ne istiyorsun?”
   Yavaş bir hareketle sandalyesinden ayaklandı. Etrafımda yürürken yanağını kaşıyordu. “Sence de her şey biraz hızlı gerçekleşmedi mi?” Karşıma geçip gözlerini kıstı. “Ve sanki fazla mükemmel.”
   “Anlamıyorum?” dedim kaşlarımı çatarak.
   “Dans boyunca sadece benim gözlerimin içine baktın. Sana hipnoz olup başka hiçbir şeyin farkına varmamamı sağladın. Sanki önceden her şeyi saniyesi saniyesine biliyormuş gibi bir anda sahneden fırladın. Mükemmel bir dövüşçü gibi tek hamleyle muhafızımın yeninden kılıcını çıkardın.” Alaycı bir edayla alkışlamaya başladı. “Ve bir anda şovun yıldızı oldun.”
   İtiraz edeceğimi anladığı gibi sözümü kesti. “Ha tabii bir de çok göze batmamak için bu keskin yarayı vücuduna kazımak zorunda kaldın.” Tüy gibi bir dokunuşla boynumdaki pansumanın üzerini okşadı. Öfkeyle eline saldırarak onu fırlattım.
   Sakin konuşması sona ermek üzereydi. “O anda düşünemedim. Yaran öyle kötüydü ki böyle bir acıyı bilerek alacak olman aklımdan bile geçmedi. Hoş o galeyanda pek düşünecek vaktim olmadı. Sonrasında beni kurtardığın için hocan tarafından kutlanacağını sanırken hayatımda gördüğüm en rezil şekilde küçük düşürüldün.”
   Dişlerimi öylesine birbirine kenetlemiştim ki yüzüm seğiriyordu. “Yani sen-” diyerek tüm hararetimle konuşacaktım ki eldivenli başparmağını dudaklarıma yapıştırarak beni susturdu. Suratındaki tüm muzip mimikler kaybolmuştu. İçime ağır bir korku oturmaya başlarken öfkemin içinde o parmağı ısırmamak için kendime hakim olmaya çalışıyordum.
   Parmağını dudaklarımdan çekip kaşımın üzerinde birbirine dolanan saçları geri çekti. Gözlerini dikkatle izlediğimde o an ölümle yüz yüze gelmenin nasıl bir his olduğunu hatırladığına emindim. Bu anının diken gibi batan öfkesinin kat kat büyümesiyle suratı karardı. “Evet, seni bana oynanan suikastta başrol ilan ediyorum.”

11 yorum:

  1. Ciddi anlamda okurken keyif alıyorum :) Bazen keskin, bazende tatlı cümlelerinle beni romanın içine çektin ..
    Afrah! Sanırım bu romana daha güzel bi isim bulunmazdı. Seni seviyorum tatlım :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederimm<33 Afrah konusunda kararsızdım ama yazdıkça ben de isme aşık oluyorum, iyi ki onca isim üzerinden Afrah'da karar kılmışım :)

      Sil
    2. Afrah favori isimlerimden oldu artık :) iyi ki Afrah olmuş <3

      Sil
  2. Betül devamı ne zaman gelecek meraktan çatladık :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok sıkıntılı bir bölüm yazıyorum🤔 bu haftasonuna biticek umuyorum :)

      Sil
  3. Afrah ve leila konuşurken onlarla beraber bende ağladım :( gerçekten öyle güzel ilerliyor ki konu neler olacak çok merak ediyorum ve sabırsızlıkla bekliyorum :) eline sağlıkk 💕

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çoook teşekkür ederim💐💐 O duyguyu verebildiysem ne mutlu bana :)

      Sil
  4. Her gün dört gelmiş mi diye kontrol ediyorum Betülcüm, neler olabileceğini azıcık tahmin etsem de yazım dilin çok sürükleyici merakla bekliyorum :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okumana çok sevindim canımm :)) Dört de gelicek en yakın zamanda inş 💞

      Sil
  5. Tekrar Selam Betül, gayet merakla bölümlerini takip ediyorum.Romanın çok orjinal.Okudukça dahasını istiyor insan.Kurguda bir tek Sergei'den, vekilin oğlunun hiçbirşey öğrenememesi veya orada çalışanlardan Afrah hakkında hiç bilgi edinememesi kısmı biraz eksik kalmış gibi...İleride geliştirebilirsin diye söylüyorum yoksa çok önemli değil ama okurken aklıma takıldı işte.En kısa zamanda yeni bölümleri bekliyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim yorumun için :) Aslında Bay Sergei'den bilgi almak vezirin oğlunun değindiği kadar kolay değil. O yüzden ilerki bölümlerde vezirin oğlunun o konuşmaya ne kadar değindiği ortaya çıkacak. Sıradaki bölüm yolda valla, yarılamama az kaldı :)

      Sil