26 Ekim 2019

Bu Sene Neler Yapıyorum?

Böyle bir yazıyı yazmak uzun zamandır aklımda vardı ama planlarım sürekli değişkenlik gösterdiği için bu senenin programı hali hazırda bir yerine otursun öyle burada gitmek istediğim kursları, programları ve hedeflerimi yazmak istedim. Öncelikle bildiğiniz üzere geçen sene Tekstil ve Moda Tasarım bölümü için uzun soluklu ve gayet boğucu bir üniversite hazırlık dönemi geçirdim. Sonucu üzücü olsa da ben yine de sosyal hayatımı neredeyse sıfıra indirerek sınavlara hazırlandım. Böyle olunca bu kış benim için o kadar değerli oldu ki bir an önce neler yapmak istediğime karar vermem gerekiyordu. Önce İngilizcemi daha ileri seviyeye taşımak için Dialouge kursuna başvurdum, almam gereken son iki kur vardı ama sonrasında Dialogue'a gitmeyi bazı sebeplerden ötürü geciktirdim. Ve tabii ki bu sene için şu anda yaptığım mesleğim olan özel dikim terziliğini öğrenmeme katkısı olan İsmek kurslarını tabii ki es geçemezdim. Blogumdaki yazılarda da gördüğünüz kadarıyla mutfağa da aşırı bir merakım ve el yatkınlığım var. Ben de aşçı çırağı tarzı kursları araştırdım fakat çok uzun süreli ve haftanın çoğunu kapladığı için pasta kurslarından vazgeçtim. İngstagram'da takip ettiğim birkaç hesabın sürekli muhteşem ekmekler pişirmesine uzun zamandır çok özeniyordum. Ekmek yapım workshoplarına katılmayı da çok istiyordum ama sadece iki günü için bin lirayı aşkın ücret isteyen kurslara pek sıcak bakamadım. Böyle olunca ben de bir süredir aklımda olan ekşi mayalı ekmek yapımını öğrenmek için İsmek'in Ekşi Maya Workshop ve Butik Artisan Ekmekçilik adlı bir buçuk aylık kurslarına kayıt oldum. Bunun yanı sıra da ikinci dönem için uzun zamandır öğrenmek istediğim ve kültürü hakkında aşırı meraklı olduğum Japonca'ya yazıldım. Ekmek kurslarına kayıt oldum ama mülakatı geçtikten sonra kaydım asile dönüşeceği için bloguma da bir şeyler kesinleşene kadar yazmak istemedim. Bir diğer geçen seneden devam ettiğim Tezhip kursuna da cumartesi günleri devam etmeye haftaya başlayacağım. Tezhip kursunda artık renkli boyalar kullanacağımız için şimdiden heyecanlıyım.
Peki ekmek kursları dışında neler yapıyorum? Öncelikle ekmek kursları gerçekten aşırı keyifli ve yaptığımız tüm ekmekler çok lezzetli. Eve haftada dokuz ekmek getirdiğim oluyor ve hepsi hazır fırınlardan aldıklarımız kadar lezzetli ve çok sağlıklı oluyor. Elbette kendi ekşi mayamı oluşturmayı öğrendim ve onun bakımıyla uğraşıyorum. Ekmek kurslarına gitmeye karar verdiğimde ilk niyetim kendim ve ailem için öğrenmekti ama sonrasında kurstan ekmekleri etrafa dağıttıkça sipariş almaya da başladım. Kurs bitiminden sonra evde pişirmeyi de biraz geliştirirsem evden de sipariş ekmek yapacağım. Her neyse, bir diğer aklımdaki şeyse bu sene pratik Arapça öğrenmek. Ortanca kız kardeşimin ciddi anlamda ileri derecede Arapçası var ve ben de onunla ufak bir anlaşma yaptım. Ben ona bir parça diktiğimde ne kadar saat veriyorsam o da bana karşılığında o kadar Arapça pratik ders verecek. Bunu ilk üç hafta çok güzel yaptık ve o da kendini dil öğretme konusunda geliştirdi. Fakat her sene olduğu gibi bu sene de sene başı adapte problemi yaşıyorum, bir dahaki ay düzeleceğini bildiğim için bir dahaki ay dersleri daha güzel bir düzene oturtacağım.
Ve tabii ki aktif bir şekilde kitap okumaya geri döndüm ama öyle kuru kuru dönmedim. Geçen senenin açlığıyla bir sürü etkinlik oluşturdum. Bookstagram hesabımdan iki adet okuma etkinliği kurdum. Bu etkinlikliklerde her ay bir tane Türk edebiyatı, bir tane de dünya klasiklerden okuyup booksgram hesaplarımız üzerinden yorumluyoruz. Beni asıl heyecanlandıran okuma etkinliğiyse bu sene kurduğum kitap kulüpleri! İlk kurduğumun üyelerini ben belirlemiş gibi oldum ama öyle tatlı bir ortam oldu ki buluşmaları dört gözle bekliyorum. Bibliyofil Kitap Kulübü'mde her ay bir ya da iki kitap belirleyip ayrıca bir de sanat filmi izliyoruz ve buluştuğumuzda bunlar üzerine bolca konuşuyoruz. Diğer kitap kulübümü ise arkadaş ortamımla kurdum. O kulübümde ise her ay bir tane Türk edebiyatından ünlü bir ismin kitabıyla, daha İslamı konu bazlı kitaplar okuyoruz. Mesela ekimin kitapları Puslu Kıtalar Atlası ile İslamın Dirilişi..
Bunun dışında bu sene kendime büyük bir hedef koydum. Şu anda geçen seneden dikiş dikmemi bekleyen arkadaşlarımın siparişlerini yetiştirmeye çalışıyorum. Ayrıca yeni girdiğim ortamlarda ya da diktiğim parçaları giyen arkadaşlarımın reklamları sayesinde yeni müşteriler ediniyorum. Tabii ki kendime de bol bol dikmeye çalışıyorum, bendeki hayal gücü asla suyunu çekmiyor. Bu sene istediğim bölümü tutturamayınca ben de ailemin yardımıyla kendi modellerimi fason bir atölyeye diktirip bir marka kurma kararı aldım. Bu işte en başta çok hevesli ve heyecanlıydım ama sonrasında bir araştırma yapınca yüklü miktarda bir meblağa ihtiyacımız olduğunu fark ettim. Ayrıca annem bana sürekli dikim sektörünün arka planını öğrenmem gerektiğini söylüyor. Dikim sektöründe özellikle özel dikim yapıyorsanız en çok istek abiyede olduğu için ben de annemin de mantıklı ısrarıyla ekmek kurslarım bittikten sonra part-time çalışabileceğim kendi dikim ve kesim atölyesi olan, kalıplarını, haute coutre nasıl çalışıldığını yakından izleyebileceğim bir gece elbisesi&gelinlik dikim atölyesine girmek istiyorum. Böylece hem markam için ihtiyacım olan meblağı biriktirmeye başlarım hem de çok merak ettiğim sektörün arka planını incelemiş olurum. Açıkçası bu çalışma işinde hala kesin emin değilim çünkü yerinde duramayan bir insanım ve bu sene daha gitmek istediğim başka sanat kursları var. Özellikle bir arkadaşımın önerisi olan seramik kursuna gitmeyi çok istiyorum. Kendi kafama göre bir atölye bulabilirsem belki çalışırım diyorum ama zora gelmeyeceğimi de biliyorum. Geçen sene sosyal hayatım bu kadar kısıtlanmışken bu sene de aynı şeyleri yaşayamam.
Bunların dışında bu sene farklı seminerle katılmaya çalışıyorum. Bisav'ın güz seminerlerinden iki tanesine yazıldım. Bunun dışında düzenlenen sergilere de gitmek istiyorum ama ekmek kursları beni biraz engelliyor. Ve son olarak önümüzdeki sene üniversite sınavını tekrar deneyeceğim. Bu sene ikinci dönemde aralıklarla ders çalışarak aklımdaki birkaç bölümden birini tutturmaya çalışacağım. Kendimi belirli bir seviye çerçevesinde her geçen sene geliştiriyorum ama akademik alanda eksikliğim olmazsa olmuyor. Bu yüzden sanat tarihi, sosyoloji, Fransızca tercümanlık, Türk dil edebiyatı gibi birçok bölüm var aklımda. Tekstil ve moda tasarım için özel bir üniversitenin sınavına ikinci kez girmeyi de düşünüyorum. Hiç biri olmazsa da artık açıköğretimden bir şeyler yazmaya çalışacağım. Çünkü bu sene hangi geziye katılsam, nereye gitmek istesem önüme öğrenci indirim engeli çıkıyor, böylece toslayıp yetişkin ücret ödemek zorunda kalıyor.
Bu seneyi gerçekten dolu dolu ve çok güzel geçirmek istiyorum. Aklımda bir English Speaking Club projesi de vardı ve bazı ayarlamalar yapıldı ama tam rayına oturmuş değil o etkinlik. Umarım bu sene Tüyap kitap fuarında da çalışabilirim, o ortamı çok ama çok özledim. Hem de kendime yeni ve ultra sessiz bir dikiş makinesi almak istediğim için harçlığa ihtiyacım var. Evet, bu sene yapmaya niyetlendiklerim bu kadarcık.. Umarım size de ufak bile olsa ilham olabilmişimdir. Kendim çok alanlı bir insan olduğum için benim gibi her şeye yetişen insanlarla çok karşılaşmıyorum ve bu sene cıvıl cıvıl hissediyorum kendimi. Kumaşlarla, fırçalarla, yeni öğrenilecek dillerle, kitaplarla, buluşmalarla sarılı olmak harika bir duygu. Bu sene muhtemelen şu anki yapmayı düşündüğüm bazı şeyler değişecek ama değişmeler olursa ya da beni çok sevindiren bir şeyler tekrar bir blog yazısı kaleme alırım.
Continue reading Bu Sene Neler Yapıyorum?

19 Ekim 2019

,

Değersiz Bir Hayat - Hanya Yanagihara | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Değersiz Bir Hayat
Orijinal Adı: A Little Life
Yazar: Hanya Yanagihara
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 864
Goodreads Puanı: 4.30/5
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Üniversiteden tanışan dört erkek arkadaş: Nazik, yakışıklı ve oyunculukta kariyer yapmak isteyen Willem. Sanat dünyasına hızlı bir giriş yapmak isteyen, zeki ama bazen kalpsiz davranabilen JB. Hayallerini gerçekleştirememiş, aileden zengin mimar, Malcolm. Bu arkadaş grubunun merkezinde duran, tam bir kapalı kutu olan avukat Jude. Yıllar içinde dörtlünün dostlukları bağımlılık, şöhret ve kibirle dönüşür ve derinleşir. Üç arkadaşın karşılaştıkları en büyük zorluk, hem bedensel hem de duygusal olarak ağır yaralı arkadaşları Jude’un yanında yer almak olacaktır. Jude’un üstesinden gelemediği çocukluk travmaları tüm yaşamını etkileyecek ve dostları onu hayatta tutmak için ellerinden geleni yapacaklardır.
Dostluk, aşk, kalp kırıklığına dair dokunaklı, müthiş bir hikâye...  
İlk patladığından beri hep İngilizce okumak istediğim bir kitaptı. Ama İngilizce okuyacağım kitaplara Türkçe okuyacaklarım kadar hızlı atılamadığım için hep ertelemiştim ve birkaç yıl sonra çevrildiğini görünce hemen okuma listeme ekledim. Daha çevrilmeden önce bile insanların nasıl deli gibi övdüğünü görmüştüm ve sadece kapağıyla bile içinde nasıl bir hüzün barındırdığına dair ikna eden bir kitaptı. Beni acı dolu bir girdabın beklediğini bildiğimden resmen derin bir nefes alarak kitaba başladım. Ayrıca gerçekten çok uzun da bir kitaptı ki yine de 860 küsur sayfa olmasına rağmen ben çok kısa sürede okudum çünkü elimden ciddi anlamda bırakamadım. Kitabın sadece arka kapağını okumak bile karakterleri aşırı merak etmemi sağlamıştı. Hadi Willem, Malcolm ve JB karakterleri neyse de Jude nasıl bir karakterdi ki bu arkadaşlık çemberi onu hayatta tutmak ve geçmişini aydınlatmak için kendilerinden feragat edeceklerdi? Daha ilk sayfalarda bile Willem'in alçakgönüllü tavrına, Jude'un naif tarafına bayıldım. Malcolm ve JB'yi sorarsanız o konuda yazarı ciddi anlamda eleştirmeliyim çünkü orijinal kitap kapağında bile dört karakterden öyle bir söz ediliyor ki sanki en başında nasıl dördünü detaylı okuduysak kitabın sonuna kadar dördü bir arada olacaklar ya da bir arada olmasalar bile yazar her birinden tek tek söz edecek sanıyorsunuz ama çok kısa bir süre sonra sadece Willem ve Jude'un dostluğunu okumaya devam ediyoruz. JB yine ilgiyi biraz üstüne çekerek hikayeye arada sırada dahil oluyor ama Malcolm'un resmen hakkı yenmiş. Oysa ilk başlarda onun bakış açısından birkaç bölüm okuduğumda hayatı nasıl devam edecek çok merak etmiştim. Bu dörtlü karakterler için en net şunu söyleyebilirim ki; Jude'un bizim okuduğumuz günümüz kısmına gelene kadar geçmişe dokunulduğunda Malcolm ve JB'ye çok fazla değiniliyor fakat sonrasında ikisi birden silikleşiyor. Bu da kitapta büyük bir kurgu hatasına yol açmış.
Kitabın kendi haline dönersek bir kere bu kitabı gerçekten kalbi kaldıramayan kesinlikle okumasın. Eğer okuduğunuz karakterle kendinizi içselleştiriyor ve empatinin dozunu biraz kaçırıyorsanız kesinlikle sağlam bir kalbe sahip olmak zorundasınız. Bugüne kadar birçok kitap okudum ama hiçbirinde bu kitaptaki gibi artık yazılan acı dolu satırlara dayanamayıp kitabı bir kenara bırakıp ara verdiğim hiç olmadı. Açıkçası bana sorarsanız yazarın mazoşist bir kalemi olduğunu inkar edemeyiz. Jude gibi geçmişi gerçekten çok büyük acılarla dolu bir karaktere günümüzde de bunca fenalığa boyun eğmesini sağlayan bir yazarın kalemini ağzım açık okudum. Artık feraha, mutluluğa ulaşmasını beklerken Jude'un daha da dibe çökmesini okumak içimi inanılmaz bir daralmayla doldurdu. Kitap boyunca kesinlikle her okurun merak ettiği en net şey Jude'a neler olduğuydu ve tüm geçmişi ortaya çıkınca aslında bunları keşke öğrenmeseydim diyecek kadar mahvoluyorsunuz. Kitap ilerledikçe Jude'un özellikle hayatında hiç yaşamadığı anne-baba ilişkisi ilk defa tatmasını ve çocukluğunda hiç yaşamadığı şımarıklığı ilk defa yetişkinliği bile geçmiş bir yaşta yaşamasının sıcaklığı okurken beni mahvetti. Birçok yerde gözlerim dolsa da birkaç bölüm kadar sürecek şekilde ağlamam bir kez oldu. Onun dışında okuduklarımın etkisiyle sarsılırken hüzne boğulup ağlamak yerine o hüznün keskinliğiyle öfkem daha da arttı.
Okumak konusunda ufak bir adapte sorunu yaşadım ki o da karakterleri on sekizlerinde tanıyıp altmış yaşlarına kadar okuyor olmaktı. Benim kafamda hep hazır biçilmiş bir Jude ve Willem suratı vardı; o yüzden ne zaman onları kırkını dayanmış karakterler olarak okumaya çalışsam hayal gücümde bir şeyler birbirleriyle çatıştı. Kitap boyunca Jude ile empati kurmanın yanı sıra nasıl bir insan böyle şeyleri düşünür ve kaleme alır diye yazar üzerine de uzun süre kafa patlattım. Kitabı çok severek okudum demek doğru bir tabir olmaz çünkü insanın sevineceği veya mutluluk duyacağı satırlara çok az rastlanan bir kitaptı. Daha çok etkileyici bir şekilde okuru mahvetmeye kurulmuş bir bomba gibiydi. Büyük bir heyecanla okuduğum ve hiç unutmayacağım bir kitap oldu. Sanki gerçekten yaşamış gibi aklımın hep bir köşesinde Jude diye bir karakter belki sonsuza dek yerinde duracak. Tüm kitap boyunca o sayfaların içine uzanıp bir karakteri avutmayı hiç bu kadar istememiştim. Aslında bir yandan da kitaptaki tüm karakterler de başından sonuna kadar bunun için uğraşıyordu. Ve son olarak bence bu kitap hayatın gerçekleri hakkında bir tokat gibi acı ve keskin. Geçmişte hatta geçmişin daha da gerilerine gidersek çocuklukta yaşanan bazı olayların telafisi olmadığı, insanın ruhuna, zihnine, duygularına, kişiliğine nasıl büyük zarar verdiğini ve öyle filmlerde gördüğümüz gibi büyüdükçe ya da yetişkinliğe ulaşıldığında geçmişin zehrinden kolay kolay hatta belki de hiç kurtulunmadığını göstererek hayal gücümüzde canlanan pembe rüyayı alaşağı ediyor. Belirttiğim gibi kaldırabilecek okurların okumasını öneririm. Benim asla unutamayacağım bir kitap olacak, bakalım sizde nasıl bir iz bırakacak..
Continue reading Değersiz Bir Hayat - Hanya Yanagihara | Kitap Yorumu

28 Eylül 2019

• Ufkumu Açan Kitaplar •

Merhabalar! Arada hülyalara dalıp blogumda sırada neler yazsam diye düşünüyorum ve başka başka fikirler keşfediyorum. Sırada kaleme alınmayı bekleyen yazılar olsa da önceliği bu yazıya verip taze taze bu güzelim kitapları listelemek istedim. 2016 yazından beri aktif bir şekilde kitap okuyorum ve bir okur olmanın o yazdan bugüne kadar beni nasıl geliştirdiğini kendim çok net bir şekilde deneyimledim. Sadece kişiliğim, dünyaya bakışım, bilgi birikimi olarak bana apayrı şeyler katarken bir yandan da okur olarak okuma kalitemi belirli bir seviye nasıl yükselttim, nasıl daha farklı türlere yoğunlaştım bu serüveni sizlere de sunmak istedim. Beni kitap hesabım harmonyofbooks'dan takip edenler yazıyı okursa adeta hesabımda bir yolculuğa çıkmış gibi hissedecekler. Özellikle Türk edebiyatı ve ağır klasikleri okumaya önceden benim gibi ön yargılıysanız ya da genç yetişkin, fantastik okumaktan asla vazgeçemem diyorsanız umarım bu yazım size bir şeyler katar.


• Çılgın Kalabalıktan Uzak | Thomas Hardy •
Benim için yeri o kadar ayrı bir kitap ki! Ve adından haddinden fazla öyle çok bahsettim ki bu listede bu kitabın olmaması imkansız. Kitabı 2017'nin Aralık ayında okuyarak resmen sonraki senenin açılışını yapmışım. Kitabı okuduğum tarihe kadar dünya klasiği romanlara o kadar uzaktan bakıyordum ki asla okumak içimden gelmiyordu. Meğerse bir gün aralarından birini büyük bir keyifle okumam için beni bekliyorlarmış. Çılgın Kalabalıktan Uzak sayesinde klasiklere karşı okunması çok zor ve ağır olduğuna dair ön yargılarım yıkıldı ve bir klasiği bu kadar büyük keyifle okuduğuma göre bu türden daha çok okumalıyım diyerek bir anda kelimenin tam anlamıyla gözümdeki perde açıldı.
• Dokunmadan | Nermin Yıldırım 
 Nermin Yıldırım'ın bu muhteşem kitabını okuyana kadar günümüz Türk edebiyatının bu kadar kaliteli olduğunun farkına varamamıştım. Evet, bilindik yazarlar çok fazla mevcut ama beni bu kadar etkileyecek ve henüz yeni yazılmış Türkçe bir kitap olduğunu hiç tahmin etmemiştim. Günümüz edebiyatına ön yargılı olanların kesinlikle eline alıp, sonrasında fellik fellik Türk yazarların kitaplarını aramalarına vesile olacak bir romandı.
• Körlük | Jose Saramago •
Evet, okur olarak ödüllü kitapları keşfetmeme öncü olan eserle karşılaşma vaktiniz geldi. Körlük kitabını okuduktan sonra içimde bastıralamaz bir istek oluşmuştu. Bu kitabın şok edici kurgusuyla, hiç alışık olmadığım yazı stiliyle ama elimden bırakmadan deli gibi okuduğum merakla kitabı bitirdiğim gibi Nobel, Pulitzer, Man Booker ödüllü tüm kitapları araştırmaya başladım ve uzun bir süre her ay bir tane Nobel ödüllü yazar okumaya başlayarak okuma türümü değiştirmeye ufaktan bir adım daha atmış oldum.
• Karamazov Kardeşler | Fyodor Dostoyevski •
Elbet bir gün her okur Rus Edebiyatından bir kitaba tutulacak. Benim hangi kitabı ömrümün sonuna kadar en çok seveceğim biraz çabuk belli oldu. Bu kitaptan sonra birçok Rus edebiyat eseri okudum fakat Karamazov Kardeşler'in yerini hala kimse sarsamadı, ama ona denk olmaya yakın olanlara karşılaştım sayılır. Bu kitabın muhteşemliğiyle sarsıldıktan sonra kendimi bir anda Rus edebiyatının ünlü yazarları Gogol, Tolstoy, Çehov, Puşkin, Turgenyev gibi yazarların varlığını gerçek anlamda keşfetmek üzere çerçevelenmiş buldum. Büyük ön yargıyla yaklaştığım bir edebiyat dünyasının daha arka perdesine ulaşabilmenin mutluluğu içindeydim.
• Cymbeline | William Shakespeare •
Belki aranızda birçoklarınız benim aksime tiyatro metinlerine, tragedya veya şiir okumaya pek ön yargılı değildir. Fakat okur olmayı geliştirmem gerçekten uzun vakit aldı dersem hiç abartıyor olmam. Pek uzun bir süre kurgusu olmayan ve roman olmayan hiçbir şeyi okumamaya yemin etmiş gibiydim. Sonrasında bir kitap fuarında tanıştığım ve şu anda hala arkadaş olduğum tatlı bir kitap okurunun önerisiyle Cymbeline'yi okuyarak roman olmayan muhteşem eserleri okumaya başladım. Shakespeare'den birçok eser okudum ama elbet Cymbeline'nin yeri bir başkadır bende.
• İnce Memed | Yaşar Kemal •
Evet, buyurunuz beni kendi edebiyatımızın yüceliğine inandıran kitaba gelelim. Sadece fantastik, romantik, distopik romanlar okurken yine aynı şekilde bu türleri okuyan bir arkadaşımın önerisi üzerine İnce Memed'i okumak içimde hep bir ukdeydi ve nihayet bir yıl önce buna son verdim. Duygularımı şaha kaldıran ve dört kitabını da bağrıma bastığım Yaşar Kemal'in kaleminin ve edebiyatımızın değerini anlamamı sağlayan kitap oldu diyebilirim. İnce Memed'den sonra kendimi Orhan Kemal, Tarık Buğra, Orhan Pamuk'un kitaplarının arasında buldum. Benim için mucize gibi bir şeydi.
 Mutluluk | Zülfü Livaneli 
Okuyan birçok kişi için çok beğenip bir diğer kitaba geçtikleri bir roman olabilir bu kitap ama benim çok farklı bir açıdan beklemediğim bir şekilde ufkumu açıp adeta bir aydınlanma yaşamamı sağlamıştı. O nedenle bu kitabın yerini asla unutamam. Yaşattığı aydınlanma haricinde gerçekten çok güzel bir kitaptı ve benim birçok Türk yazara karşı ön yargılarımı inanılmaz şekilde kırmayı başarmıştı. 


• Kafamda Bir Tuhaflık | Orhan Pamuk •
Yazardan okuduğum ikinci kitabıydı ve Masumiyet Müzesi'ni de çok sevmeme rağmen bu kitaba neredeyse bayılmıştım. Sonrasında yazardan üç kitap daha okudum ama hala bu kitabın yeri bir başka. Orhan Pamuk'a karşı ön yargımı kırmamda bana okuduğum ilk kitabından çok az önce bahsettiğim Livaneli'nin kitabındaki aydınlanma yardımcı olmuştu. Yazarın kalemini hala çok beğeniyorum ve kaleminin bu üne kavuşmasını kutluyorum. Orhan Pamuk'un kaleminin hem Türk edebiyatına olan merakımı hem de bir okur olarak beni geliştirdiğini kesinlikle söyleyebilirim.
• Troleybüs Problemi | Thomas Cathcart •
Bu kitabı henüz sadece yabancı yazarlarda roman okuduğum günlerde kitap fuarında çalışırken almıştım. Almamın sebebi de satış yaparken psikoloji okuyan bir kızın kitabı almadan önce hakkında birkaç şey söylemesiydi. Ee tabi benim bu kitabı merak edip okumak isteyeceğim seviyeye gelmem biraz vakit aldı. Belki ilk defa bir kurgusu olmayan ve insanı hakkında düşündürmeye iten okuduğum ilk kitaptı. Hazır yazara değinip bu kitabını hatırlamışken artık diğer kitaplarını okumaya daha hazır bir kıvamda olduğumu hatırlayarak okuma listeme ekliyorum diğer kitaplarını da.
• Nietzsche Ağladığında | Irvın D. Yalom •
Gözlerim doldu dolacak, Nietzsche'yi doğru yazmayı ezberlemişim meğer en sonunda. Geldik mi benim okuduğum ilk felsefi bazlı romana! Düşünüyorum da bu kitabı okumayı isteyene kadar ne uzun yollarda yürüdüm de geçtim. Bu kitabı okuyana kadar aralanan ufkum bu kitaptan sonra artık kapıyı aralayamayacağım denli açılmıştı. Ayrıntı yayınlarından çıkan her kitabı deli gibi okumak istiyordum, bir anda felsefeye karşı büyük bir merak oluşmuştu içimde. İşte tüm bunları bu güzelim eser sağlamıştı.
 Bir Son Duygusu | Julian Barnes 
Tam da Ayrıntı yayınlarından çıkan tüm kitaplara karşı olan büyük sevgimden bahsediyordum ki bu listeye hemen bir tanesi daha girdi. Bu kitap bana hiç beklemediğim bir şekilde hayatımda hep huy edindiğim bir özelliğimin farkına varmamı ve bunu daha aza indirmemi sağlamıştı. Kendine has kurgusu olarak da çok güzel ve anlaması zor ama okuması çok keyifli bir kitaptı. Hem bir okur olarak hem de kendi karakterime bir şeyler kattığı için bu listeye eklemesem olmazdı.


 Babalar ve Oğulları | İvan Turganyev 
İşte gözümde Karamazov Kardeşler'e rakip çıkan o ünlü diğer Rus edebiyat eseri.. Bu kitabı okuduğumda sarmalandığım hisleri hiç unutamıyorum. Hatta unutmaya başladığım an hemen ikinci kez elime alacağım. İlk defa bir klasik kitabı okurken okumayı duraksatıp geçen cümleler üzerine uzun uzun kafa patlattığıma bu kitapta tanık oldum. Benim için yeri tartışmasız, kendisini kütüphaneden okumuştum, şimdi fark ettim de benim bu kitabı kesinlikle satın alıp tekrar okuyup bir yerlerini okur sıfatımla işaretlemem gerekiyor.


 Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer | Laurent Gounelle 
Okuduğum ilk kişisel gelişim türündeki kitap diyebilirim ama bu kitabın ayrıca bir de romanımsı bir havası vardı. Kendine has kurgusu yavaş yavaş ilerlerken hayata dair bir çok öğüt ve öneriyle doluydu. Tabii ki yine kendi payımı çıkarttığım ve öz güvenim konusunda bana yardımını hiç unutmayacağım bir kitap oldu. Yazarın diğer kitapları da okunmak için sırasını bekliyor.

• Hayvanlardan Tanrılara Sapiens | Yuval Harari •
Bir bakmışsın bir zamanlar okumanın aklının ucundan geçmeyeceği kitapları eline almış deli gibi okuyorsun. Evet, zaman sillesini savurarak beni bir şekilde asla kurgusu olmayan, asla roman niteliği taşımayan kitapları okumaya şevk edecek kadar geliştirdi. Böylece elime Sapiens kitabını alarak hem içeriğiyle çok fazla bilgi edindim hem de bu kitabı bitirdiğimde bu tarz bilgi dolu kitaplara aç bir şekilde bambaşka bir okur kimliği kazanmaya adımlarımı atmaya başladım.
 Harfler ve Notalar | Hasan Ali Toptaş 
Ee artık kurgu olmayan roman kitaplarındaki tadın bambaşkalığını almış biri olarak elbette bunu tek bir türle sınırlandıramazdım. Bu nedenle kendimi yine şaşırtarak deneme kitaplarına yönelmeye başladım. İlk başlangıcımı kendimce öyle harika bir kitapla yaptım ki Harfle ve Notalar'ın benim için inanılmaz ayrı bir yeri var. Kitabı okurken resmen okuma serüvenim gözlerimin önünden geçti ve bu kitabı bayılarak okuyor olmak, bana bir şeyler kattığını görüyor olmak gerçekten kendimle ufak da olsa gurur duymamı sağladı.
 Sofie'nin Dünyası | Jostein Gaarder 
Sıra geldi okuduğum ikinci felsefi romana! Ama bu seferki öyle bir roman ki felsefenin başladığı günden günümüze kadar yolculuğunu anlatarak felsefeye olan ilgimi kamçıladı. Kişisel anlamda düşünce yapıma çok bir şey kattığını söyleyemeyeceğim ama bilgi anlamında hakkını asla yiyemem.



 Sanat Kitabı | Adam Butler 
Evet, işte son zamanlardaki en büyük tutkuma değinmenin vakti geldi. Gözümü kapayıp bir açtım ki artık kütüphanelerde, kitapçılarda gözlerim daha farklı kitapları arıyor. Sanat, tarih, felsefi, psikoloji ve daha birçok farklı alanlarda kitapları not alırken buluyorum kendimi. Özellikle hep metis yayınlarının farklı konular üzerine basılan kitaplarını ne zaman okuyacağımı merak ederdim, anlamadan o kıvama gelmişim meğer. Son zamanlarda özellikle dünya tarihi ve sanat tarihi kitaplarını okumaya bayılıyorum. Sadece son birkaç ay içinde inanılmaz bir bilgi birikimi edindim bu tarz kitapları okumaya vakit ayırarak. Sanata olan ilgimin başlangıcı da bu gördüğünüz kitap oldu. İçerisinde incelediği 500 eserin her birine ait detayları okumak, incelemek gerçekten ufkumu açtı.

Her tatlı şeyin bir sonu olduğu gibi bu yolculuğumuz da sona erdi. Kemerlerinizi bir süreliğine gevşetebilirsiniz çünkü daha istediğim okuma kıvamına yeni gelmişken önümde okuyup bu şekilde bahsedeceğim çok fazla kitap olacak. Daha doğru düzgün keşfedemediğim okuma türleri bile beni bekliyor. Hikaye, öykü, şiir ve daha bir çoğu bu yazının devamını getirecek ikinci seferinde umarım yerlerini alırlar. Kendim için bile bu kitapları hatırlamak çok faydalı oldu. Umarım size de bir şeyler katabilmişimdir. Okur olarak hala aynı yerde sektiğinizi düşünüyorsanız ya da bazı türleri okumak konusunda çekingeleriniz varsa bu yazıdan sonra fikirleriniz artık farklıdır diye tahmin etmek istiyorum. Vakit ön yargıları kırma vakti, en azından benim listemden bile birkaç kitabı not edip okursanız umarım ki değişimi göreceksiniz. Kanıtı burada sonuçta :) Ama şunu da söylemeliyim ki ben zaman içinde okuduğum türlerin, kitapların şekil değiştireceğini bu denli tahmin etmemiştim. Ve bugüne kadar okuduğum hiçbir roman vb. kitaba ayırdığım vakitten pişman değilim. Onları okurken de inanılmaz güzel zaman geçiriyordum ki hala arada o tarz okumayı da çok seviyorum. O kitaplar olmasaydı şu an bu bahsettiğim kitapları okuyacak duruma gelecek yolu çizemezdim, dünya bakışımı ve kişisel bilgi birikimimi geliştiremezdim. Lafın kısası zamanında okuduğunuz hiçbir kitabı da yabana atmayın, her kitap birbirinden değerli, bunu sakın unutmayın..






Continue reading • Ufkumu Açan Kitaplar •

26 Eylül 2019

Hayaller Nasıl Suya Düşer ve Onları Geri Nasıl Canlandırırız?


Evet, oldukça komik bir yazı başlığıyla geçen seneki üniversite hazırlanma maceram nasıl sonuç verdi ve bu sene neler planlıyorum blogumda yer vermek istedim çünkü beni çeşitli mecralardan takip eden birçok kişi üniversite işini ne yaptığımı oldukça merak etti ki gayet mantıklı bir merak; tüm sene kendimi sadece sınavlara adamıştım desem yalan olmaz. Ben de hem tekstil moda tasarım okuma hedefim nasıl sona erdi bir blog yazısında derlemek istedim. Öncelikle sizi çok merakta bırakmadan hemen söylemem gerekir ki üniversite hedefimi gerçekleştiremedim. Tekstil ve Moda Tasarım okumayı en çok istediğim okul olan Bilgi Üniversitesi'nin sınavlarına girdim fakat istediğim bursla kazanamadım ve ailemin öyle yüksek bir meblayı ödemesindense mesleğimde ilerlemek adına bana daha kalıcı bir şekilde yardımcı olmaları gerektiğini daha mantıklı buldum. Geçen sene üniversite hedefini bazı sebeplerin üst üste gelmesiyle birlikte kendime şart koşmuştum ve tüm sene boyunca kitap okumayı bıraktım, arkadaşlarımla görüşmeyi, gezmeyi, şehir dışına çıkmayı ve daha birçok şeyi duraksattım. Hatta en büyük feragatı ailemi yazlığa gönderip İstanbul'da kalarak bu hedefimi gerçekleştirmeyi ne kadar çok istediğimi kanıtladım.

Tüm sene boyunca üniversite sınavına çok yoğun bir şekilde hazırlandım fakat haziranda sınava girdiğimde inanılmaz bir heyecan ve bocalama yaşadım. Tüm sene boyunca hayal ettiğim ve kesinlikle elde edeceğimi düşündüğüm puanın altında bir başarı yakaladım. Tam bu sırada artık devlet üniversitelerini denemekten kurtulduğum düşündüğüm bir puan almışken tüm güzel sanatlar fakülteleri baraj puanlarını düşürdü ve gittiğim gsf hazırlık kursu çok yoğun bir tempoya girdi. Böylece ben de en çok istediğim üniversite için kaliteli bir portfolyo hazırlık aşamasına girdim ve tam da hazirandayken artık eskisine oranla daha iyi çizebildiğimi keşfettim. Fakat tüm sene boyunca içinde bulunduğum psikoloji beni o kadar çok rahatsız etti ki bu durum tüm hayatım boyunca uygulayacağım bir kararı almaya beni şevk etti. Tüm sene boyunca devam ettiğim gsf kursunda genel olarak çizim yeteneği gerçekten çok iyi olan, çizim yeteneğini geliştirmiş okul çıkışlı ya da iki senedir aynı kursa devam eden öğrencilerle bir aradaydım. Ve ben çizimimi sıfırdan başlattığım için o kursta gittiğim her gün bunun ezikliğini hissettim. Neredeyse tüm sene boyunca çizimlerimi diğer öğrencilerin görmesinden rahatsızlık duydum. Aslında onların bu yetenekle doğduklarının farkında olduğum için böyle bir ruh haline girmemem gerektiğini biliyordum ama bazen buna engel olamıyordum ve böylece bir daha asla genel ortamla aynı seviyede olmadığım uzun soluklu bir işe kalkışmayacağıma yemin ettim. Fakat şöyle ki; bu bir dil ya da zamanla ortalamaya yetişebileceğiniz bir olay değil, o nedenle tüm sene boyunca defalarca kez kursu bırakmayı, bu üniversite hedefini aklımdan silmeyi düşündüm. Açıkçası ailemin ya da arkadaşlarımın yarıda bırakacağım için verecekleri tepkiyi zerre umursamıyordum, sadece kendime bunu yediremediğim için onlarca kez bırakma düşüncesini reddettim.

Peki nihayetinde ne oldu? (Sağ taraftaki fotoğraf benim yıl içindeki moodumu temsil etmektedir(derbeder bendeniz) Bilgi Üniversitesi'nin sınavında bazı talihsizlikler yaşasam da genel olarak sınav ve mülakat güzel geçti. Ardından devlette tekstili kazanacak bir çizim yeteneğim olmadığını fark ederek devlette tekstil kazanma ümidimi ardımda bırakmaya başladım. Tamamen hedefimi değiştirip belki de gsfde girilmesi en kolay ve size en az meslek getiresi olabilecek bir bölüm olan Geleneksel Türk Sanatları bölümünü düşünmeye başladım. Kurs hocam da beni bu yönde motive etmeye başladı ve ben de o bölüme girip belki tekstil bölümüyle çift anadal yaparım ya da tekstil üzerine yüksek lisans yaparım diye düşünmeye başladım. Tam bu düşünceler içindeyken annem ve babam bu sırada hac ibadetlerini yapmak üzere Arabistan'a yola çıktılar ve annem her ne kadar benim zaten mesleğim olduğunu düşündüğü için üniversite konusunda çok desteklemese de köstek olmamakla beraber bu süreç boyunca yanımda olmaya çalıştı. Ve ondan bana kalben dua etmesini ve benim için en hayırlısı neyse ona dilemesini istedim. Tam da o günlerde kursa yine gerçekten pek istemeyerek gidiyordum ve artık zihinden çizemediğim için figür, obje, mekan ezber çizimleri yapmam gerekiyordu. Neredeyse temmuz ayına kadar sürekli bakarak çizim yapmıştım ve kendimi hep "ya ben sınavda da çizerim, bakarak iyi çiziyorsam ezberim de gelişmiştir" diye avutuyordum ve o yoğun haftanın temposunda aslında ezberden adam gibi hiçbir şey çizemediğimi fark ettim. Ve eğer devlet sınavlarına girersem bir şey çizemeyecek olmanın o sınavda bende nasıl bir yara ve belki de kapanmayacak bir başarısızlık deliği açacağını fark ettim. Böylece ağustosun bir günü kursu kesin olarak bırakmaya karar verdim ve devlet sınavlarına girmekten de kesin olarak vazgeçtim. Ama bu kararı verdiğim ay benim için o kadar mutsuz, depresif bir aydı ki hiçbir şeyden zevk alamıyordum ve sürekli aklımın köşesinde kursu bırakma ihtimali asılı duruyordu. Hayatımın en derbeder günleriydi. Hatta yaşımdan küçük gösteren biri olarak bu sene kesinlikle üç dört yaş aldığıma dair içimdeki sıkıntıyı etrafımdakileri kanıtlamaya çalışır laflar ediyordum.

Peki bu tüm sene bana neler kattı? Açıkçası kattığından çok şey götürdü. Bir çok müşterimi meşguliyet yüzünden reddettim, birçok etkinlikten geri kaldım, birçok kez arkadaşlarımı, kuzenlerimi ve ailemi dahi ihmal ettim, bana nefes aldıran tüm zevklerime ara verdim. Ama eğer bunları yapmasaydım da çok pişman olacaktım, eğer bu saydıklarımı yapsaydım da bunları yapıp sınavlara odaklanmadığım için pişman olacaktım. O yüzden saydığım şeylere ara verdiğim için pişman da sayılmam. Sadece resim sınavları için biraz daha çabalayabilirdim, çizim yapmayı gerçekten çok sevmediğimi fark ettim ama mesleğimin bölümünü okumak için zorla bile olsa çizdim. Keşke daha çok çizseydim, çizim olayını daha çok ciddiye alsaydım diyorum. Gittiğim kursun hocalarında da bazı hatalar buluyorum ama onların hatalarını telafi edecek kadar çizseydim de hatalarını görmezden gelebilirdim. Tek pişmanlığım çizime yeteri ciddiyeti yüklememiş olmak ama bir yandan da sıfırdan çizime başlayan birine "sana şu bölümü kazandırırız" denmesini tam anlamıyla doğru bulmuyorum çünkü çizim gerçekten bir yetenek. Ben kurs arkadaşlarımın zihinden çizdiklerini gördükçe şaşırıyordum, o desenler, o kırışıklıklar, o tonlamalar gerçekten insanın buna doğuştan yeteneği olması gerekiyor. Diğer türlü istediğiniz kadar ezber yapmayı deneyin, sizce gerçekten o bölümü okumayı hak ediyor musunuz? 


Bir de bu sene çok pişman olduğum bir diğer olay AYT sınavına girmemek oldu. Eğer AYT sınavına girseydim en azından bu sene açıköğretim fakültesi veya uzaktan eğitimden felsefe ya da sosyoloji okumaya başlayabilirdim. Fakat gsf için sadece TYT ham puanı yeterli olduğundan, AYT aklımın ucundan bile geçmedi. Hep son bir çare açıköğretim yazmayı düşünüyordum ama istediğim bölümlerin EA sistemiyle puan aldığına akıllı kafam hiç dikkat etmemişti. Anlayacağınız bu sene de öğrenci indirimlerini kaçırıyorum :(


Böylece en azından Güzel Sanatlar Fakültesi okuma maceram sona erdi. Herkes üniversiteyi herkesin okuduğu yaşlarda okumak zorunda değil sonuçta. Ben geriye dönüp baktığımda bu senenin benden neler aldığını da neler kattığını da rahatlıkla görebiliyorum. Karakterimi geliştirmemde çok yararı olan, çok farklı insanlarla yolumu kesiştiren, genel kültür olarak bana ciddi anlamda çok fazla bilgi katan bir sene geçirdim. Artık dünyaya karşı daha açım, bilgiye ve gündeme daha meraklı atlıyorum. Geçen yazımda üniversite okumakla ilgili belirttiğim tepkilerim de biraz hafifledi. Kin tutmaya hiç müsait bir karakterim olmadığı için bu konuda da artık insanları suçlamamaya karar verdim. Ben günden güne kendimi geliştiriyorsam ve kendimi kanıtlayacak öz güvenim varsa her şeyi başarabileceğime inanıyorum. Geçenlerde bir şeylerden bahsederken üniversite okumanın etiket olduğunu söylemiştim ama sonrasında bunun üzerine oldukça düşündüm. Evet, ülkemizde herkes okuduğu mesleği yapmıyor ve büyük bir çoğunluk hiç sevmeyerek bölümlerini bitiriyor. Ama herkes benim kadar şanslı değil. Ben üniversite okumadan yeteneğimi keşfedip terzilik mesleğini elde edebildim ama alan değiştirenler için mesleğini yapmayacakları bir üniversiteden mezun olmak bile çok önemli. Bazı ülkeler için üniversite okumak sadece burjuva kısma hitap edebilir ama biz öyle bir ülkede yaşamıyoruz. Ve insanların kendilerini gerçekten üniversite okuyarak geliştirdiği bir ülkede nefes alıyoruz. Bazılarımız bunu bu eğitime bağlı olmadan da ailenin yetiştirmesiyle sahip olabilir ama herkes bunun farkında olmasa bile o kadar şanslı değil. Her neyse, istediğim kadar üniversite sınavına gireyim, elbette bir gün bir yeri kazanıp akademik alanda hedeflerime ulaşacağım yaşı devireceğim. Sadece üniversite hedefimin sonucunu yazmak bile tahmin ettiğimden daha uzun bir iç döküş olduğu için bu seneki planlarımı başka bir blog yazısına geçireceğim. O yazıda görüşmek üzere.
Continue reading Hayaller Nasıl Suya Düşer ve Onları Geri Nasıl Canlandırırız?

17 Eylül 2019

Çilekli Tart Tarifi

Merhabalar! Çok uzun zaman oldu blogumda tarif paylaşmayalı çünkü uzun bir süre mutfağa küstüm. Yalnızca eski tariflerimi denemek için annemin misafir için mutfağa sokmasıyla fırının başına geçiyordum. Geçen baharda Minoa Cafe'de çilekli tart yedikten sonra senelerin tart deneme birikimiyle artık bu tartı yapmayı çözmenin şart olduğunu anladım ve başladım tarifleri yoklamaya ama gerçekten gerçek bir tart hamur tarifi arıyordum. Bugüne kadar bulduğum çoğu tariflerdeki margarin sağolsun her seferinde büyük hayal kırıklığına uğramıştım. Hem böylece pastacı kremasını da deneme fırsatı buldum. Her neyse, yıllardır aradığım o tarifi Cafe Fernando'nun sitesinde buldum ve detaylı bir şekilde okuyup yapmaya koyuldum. Öncelikli margarinli tart hamur tariflerini ve yumurta sarısı olmayan krema tariflerini tamamen unutmanızı baştan belirteyim.

Tart Hamuru;
125 gr tereyağ
1,5 su bardağı un
1/2 pudra
1/4 çay kaşığı tuz
1 yumurta sarısı

Öncelikli tartı yapmanın kendisinden bahsedersek toplamda yapımı en az 2 saatinizi alıyor. Hatta bu elinizin hızına göre artabilir ama azalamaz. Öncelikle 125 gr tereyağı küp küp keserek 15 dk kadar buzlukta bekletiyoruz. Tart hamurunun en önemli özelliği içindeki tereyağın ve hamurun kendisinin hep soğuk kalması. Ben 125 gr tereyağı hassas terazimde ölçüyorum, hassas terazi tatlı yapmayı sever herkes için artık olmazsa olmazlardan biri. 15 dakika boyunca soğuyan tereyağı buzluktan çıkarıyoruz. Cafe Fernando'nun tarifine göre tartın tüm harcını mutfak robotunda vuruyoruz ama son zamanlarda iki mutfak robotumuz da bozulduğu için ben hamur karıştırma makinemin hızlı ayarında hazırlıyorum. Ama yine de  mutfak robotu kesinlikle çok daha iyi oluyor. Önce un, pudra şekeri ve tuzu robota atıp karıştırıyoruz. Onlar iç içe geçtikten sonra tereyağları içine atıyoruz, tereyağları içine attıktan sonra zaten elinizle harca dokunursanız birleşmeye başladığını görüyorsunuz. Son olarak da yumurta sarısını bir kasede çatalla karıştırarak oldukça sıvı haline getiriyoruz ve toplam üç seferde azar azar şekilde robota ekleyerek her seferinden sonra vuruyoruz. Karıştırma işlemi bittikten sonra tart harcını tezgahın üstüne dökerek elimizle birleştiriyoruz fakat çok fazla elimizin ısısının tartın hamuruna geçmemesi için hızlı hareketlerle harcı bir araya getiriyoruz. Hamur tek bir cisim halini alınca streç filme sararak buzdolabına atıyoruz ve bir saat soğutmaya alıyoruz. Bir saatin ardından 23 cm'lik tart kalıbımızı yağlayarak harcımızı tarta yayıyoruz. Ve tart pişirmenin bir diğer püf noktasına geçerek kalıbın ortasına yuvarlıklığın çevresi kadar yağlı kağıt koyarak üzerine nohut döküyoruz. Böylece tartın ortası kabarmıyor. Önceden ısıttığımız 190 derecelik fırında nohutlarla birlikte 20-25 dakika kadar pişirip tartı fırından alıyoruz. Nohutları ve tartın üstündeki yağlı kağıdı alarak fırına tekrar atıp 10 dakika kadar daha pişirdikten sonra fırından çıkarıp tartımızın pişmiş halini elde ediyoruz.


Krema Tarifi;
2 su bardağı süt
6 yumurta sarısı
1/2 su bardağı şeker
1,5 çay kaşığı vanilya özütü ya da 1/3 su bardağı nişasta
1 paket vanilya
3,5 çorba kaşığı küp kesilmiş oda sıcaklığında tereyağ

Öncelikle sütümüzü küçük bir tencereye alarak kaynama noktasına gelene kadar ısıtıyoruz. Bu sırada başka bir küçük tencereye şeker ve nişastayı koyup birbirlerine karışana kadar kaşık ya da çırpıcı yardımıyla karıştırıyoruz. Sonrasında 6 yumurta sarısını azar azar ekleyerek şeker ve nişastayla birleşmelerini sağlıyoruz. Kaynayan sütümüzü en az dört kerede yumurtalı tencereye ekliyoruz. Kaynayan sütü aşamalı şekilde ekliyoruz ki yumurtalarımız pişmesin. Sütü yavaş yavaş ekledikten sonra tencereyi ocağa alarak kısık ateşte kaynayana kadar karıştırıyoruz. Kaynadıktan sonra bir paket vanilin ekliyoruz. Beş dakika bekledikten sonra tereyağı yavaş yavaş ekliyoruz. Ve karıştırdığımız tencerenin üstünü kesinlikle streç filmle kapadıktan sonra buzdolabına soğumaya alıyoruz. Streç filmle pastacı kremasının üstünü kapayarak kabuk oluşmamasını sağlıyoruz.

Pişirdiğimiz ve soğuyan tartımızın üzerine soğuyan pastacı kremamızı ekliyoruz. Ben hem tartı hem de kremayı en fazla yarım saat bekletiyorum. Hatta şöyle yapıyorum genelde; tart hamurunu buzdolabına attıktan sonra kremayı yapıyorum. Tart hamurunu pişirip soğuturken de üzerine dizeceğim meyveyi ve şeffaf jölesini hazırlıyorum. Bu arada yarım kilo çilek her zaman için tartın üstüne yeterli oluyor.


Şeffaf Jöle Tarifi;
1 su bardağı su
1 tatlı kaşığı nişasta
1 tatlı kaşığı şeker

Suyu mini tencereye döküyoruz. Üzerine şekeri ve nişastayı; nişasta suya karışana kadar karıştırıyoruz, ardından ocağın altını açıp kaynayana kadar karıştırmaya devam ediyoruz. Eğer su ve nişasta birbirine geçmeden altını açarsanız nişasta çabuk pişip top top kalır ve ortaya çok kötü bir jöle çıkar. Kaynattığım jöleyi de beş dakika kadar bekletip pastacı kremamın üzerine dizdiğim çileklerin üzerine yumurta fırçası ile sürüyoruz. Bu aşamalar bittiği zaman zaten tartınız servise hazır oluyor. Çilekli tartın en güzel yanı cheescake ve diğer zahmetli tatlılar gibi geceden dinlendirme zorunluluğu olmaması. Bu tart ölçüsünden en fazla 10 dilim elde edebilirsiniz. En başından beri başarıyla tamamlayabildiğim için ölçeğini fazlalaştırıp diğer büyük tart kalıbımda denemeyi hiç kalkışmadım, kalkışmayı da düşünmüyorum.

Yine Cafe Fernando'dan bulduğum Tarçınlı Rulo Çörek'i de yakında bloguma ekleyeceğim. Ayrıca başka tart hamurları ve krema tarifleriyle farklı meyveli tartlarla da görüşmek üzere. Eğer yazdığım tüm maddeleri dikkate alırsanız siz de en az benimki kadar güzel bir çilekli tart elde edersiniz. İnanıyorum :)
Continue reading Çilekli Tart Tarifi

7 Eylül 2019

Sharp Objects | Dizi Yorumu

İlk defa blogumda bu tarz bir dizinin yorumunu yapıyorum. Aslında kitap hesabım üzerinden ufak bir yorum girecektim fakat aklımda sadece spoiler içeren yorum bile birkaç paragraf süreceğinden bir blog yazısında yazacaklarımı derlemek istedim. Öncelikle diziyi daha geçen seneden arşivlemiştim fakat izlemek bir şekilde aklımdan çıkmıştı. Geçen günlerde bir film sayfasının diziden paylaştığı "Please don't tell mama." repliğini paylaşması ve bu repliğin izleyicileri şoka uğrattığını not etmesiyle bir anda aklımdaki tek şey diziyi izlemek oldu. Böylece hemen akşamında diziyi arşivlediğim tozlu klasörden çıkarıp izlemeye başladım. İlk bölümdeki karanlık hava ve bulunan cesedin geldiği hal sayesinde gereğinden fazla etkilendim. Aslında korku emaresi zerre taşımayan bu dizi benim tüm korkularım şaha kaldırmış oldu. Her neyse, ilk bir buçuk bölümü izlediğim gece hiç uyuyamamakla beraber sonraki gün güzelim sabah ışığında kalan altı buçuk bölümü izlemeye koyuldum.
Amy Adams'lı çok fazla yapım izlemesem de oyuncuya karşı hep bir sıcaklık hissederim. O nedenle diziye biraz daha hevesli başlamıştım. Dizi ise karanlık ve sarsıcı bir geçmişe sahip olan Camilla'nın mesleği olan muhabirlik gereğince işlenen cinayetleri araştırmak üzere doğup büyüdüğü kasaba Missouri, Wind Gap'a dönmesini konu ediniyor. İlk bölümden Camilla'nın genç kızlığına ait kısa görüntülerle neler yaşadığına dair merak hissi en başından yükseliyor. Missouri ise dedikoduculuğu, domuz ticareti ve burjuva aileleriyle tanınan çok da kalabalık olmayan bir kasabadan ibaret. Camilla ise o burjuva aileler arasından en şaşalı eve ve dışarıdan da öyle görünen bir aileden gelme. İlk bölümden Camilla ile küçük kız kardeşinin cana yakın ilişkisine şahit oluyoruz. Ama kız kardeşinin öldüğü gerçeği daha ilk bölümden de gösteriliyor.
Ve tabii Camilla'yı bekleyen bir diğer sürpriz ise kaçıp kurtulduğu ailesinde yetişen üvey kız kardeşi Amma ile tanışacak olmasıdır. Amma kendini Camilla'ya kız kardeşi olarak tanıttığı sahneden itibaren garip karakteriyle seyirciye göz kıstırıyor. Camilla bir yandan cinayetleri çözmek için öldürülen kızların aileleriyle görüşürken, diğer yandan uzun yıllar uzak olduğu bu kasaba sürekli ona geçmişini hatırlatır. Ayrıca Camilla'nın kendi bedenine ait bile oldukça büyük sırları vardır. Dizinin her bölümünü yükselen bir heyecanla izlediğimi söyleyebilirim fakat ilk dört bölümden sonra cinayetlerin peşini kovalamak konusunda biraz ağırdan alınmaya başlandı ve olay daha çok Camilla ve ailesinin gerçek yüzüne dönmeye başladı. Cinayetleri kimin işlediği konusunda da aklımdan geçen yakın bir tahmin hiçbir zaman olmadı çünkü öldürülen kızların ağızlarındaki tüm dişleri katil şahıs tek tek çekmiş. Bu nedenle tıbbi incelemeler böylesine bir gücü ancak bir erkeğin gösterebileceğini belirtiyor. Öyle olunca da muhtemel suçlular ölen kızlardan birinin babası ve diğerinin de abisi gibi düşünülüyor. Fakat ben bu ihtimali pek aklımın ucundan geçirmedim, daha ziyade sürpriz bir katil bekliyordum.
Diziyi izlemeye devam ettikçe öldürülen kızların katilini merak ederken bir yandan Camilla'nın geçmişi ve ailesinin sır perdesi daha büyük bir gerilimle ilerliyor. Ve nihayetinde bizleri gerçekten soldan vuran bir final sahnesi bekliyor. Benim de etkilenip izlemeye karar verdiğim alıntının dizide geçmesiyle ağzım açık kaldı ama beni daha ziyade şaşırtanlar Camilla'nın ailesinin arka yüzüydü. Hatta o gerçek böyle bir tokat gibi patladı diyebilirim. Diziyi izlemeyi düşünenlere kesinlikle öneririm fakat dikkatli bir izleyiciyseniz bazı mantık hataları olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca ilk bölümde gördüğümüz bazı şeylerin cevabını hep beklesem de bir türlü yanıt da alamadım. Bunları saymazsak gerçekten heyecandan tırnaklarınız dudaklarınızın kenarında izleyeceğiniz bir diziydi. Bu arada dizi aslında Gillian Flynn'ın aynı isimli kitabından uyarlama. Gillian Flynn'ın yine dünya çapında patlayan Gone Girl'in asıl kitabını yazan yazar olarak gözünüz bir yerden ısırabilir. Sharp Objects kitabı dilimize de Artemis Yayınları'ndan çevrilmiş fakat kitabın kapağında jilet olması bile beni okumak konusunda tereddüte düşürüyor. Ayrıca kitapta dizinin aksine olayların devamı da yazılmış. Okumayı kesin düşünüyorum ama kitabından daha fazla etkileceğimi düşünüyorum. Nihayetinde sizlere bol keyifli ve heyecanlı seyirler dilerim. Ve aşağıya aklımda kalan soru işaretlerini ve bulduğum mantık hatalarını ekleyeceğim. Diziyi izleyip bana katılan varsa aşağıya yorumunun başına spoiler olduğunu belirterek düşüncesini bırakırsa sevinirim. Keyifli seyirler tekrardan..
SPOİLER: İlk bölümde Camilla'nın ormanda gezerken içine girdiği kulübenin tuhaflığı benim hiç aklımdan gitmedi. Hadi o oldukça fazla cinsel içerikli fotoğrafları oraya liseli ergenler koydular, peki kurumuş ete benzeyen ama her tarafından kan damlayan o değişik uzun ince şeylerin etrafta ne işi vardı, onların anlamı neydi? Bu sorunun cevabını hep cinayetlerle bağlantılı sanarak bekledim fakat ellerim bomboş kaldı. En büyük hayal kırıklıklarımdan biri buydu. Bir diğer anlam veremediğim kısımlardan biriyse Camilla'nın tüm gün en az bir şişe 50'lik votka içmesine rağmen tüm günü sanki hiç alkol almamış gibi gayet kafası yerinde, titremeden, sendelemeden geçirebiliyor olmasıydı. Camilla'nın üvey babasıyla annesinin neden bu kadar berbat bir karı koca ilişkisine sahip oldukları, kendi öz kızına resmen zehirlendiği bilerek karısına nasıl izin verebildiğine şaşkınlıkla izledim. Eğer bilmediğini düşündüyseniz o halde son bölümde "çok abartma" tarzı bir şey demesini yoracak başka bir şey olamaz. Amma'nın tüm bu cinayetlerin faili olmasına aslında bu kadar şaşırıyor olmama ben de şaşırdım çünkü ilk bölümden beri o şımarık, hoyrat ve insanın boğazını sıkmak isteyen tavırlarından bu kız normal olmadığını bas bas bağırıyordu. Fakat Amma'nın katil olması mı yoksa annesinin munchausen by proxy sendromu mu daha beklenmedikti diye sorarsanız ben kesinlikle annesinden yanayım çünkü küçük bebeğinin hastalıklı olduğu için Tanrıya dua etmesi ve bebeğin yanağını ısırdığı sahne gerçekten inanılmaz ürkütücü ve şok ediciydi. Ve bence yine mantıksız olan durumlardan biri kız kardeşinin ölümünden sonra Camilla'nın ölümünden kendini suçlarmış gibi hayatını zehir etmesiydi. Ayrıca bir de Amma'nın dişleri çektiği penseyi evde tutması, her an tutuklanacak olma ihtimalinden delice zevk almasından mı yoksa katil olarak şüpheli olacağı ihtimaline asla inanmamasından mı bilemiyoruz. Ablası Camilla ile yaşadıktan sonra siyahi kızı öldürmesinin sebebi de bariz bir şekilde artık kıskanmaya başladığı kişinin ablası olmasıydı. Camilla'nın John ile basıldıktan sonra Richard'a gitmemesi için yalvardığı sahne çok dokunaklıydı. O sahneden sonra kesinlikle aralarında ciddi bir şeyler olacağını sanmıştım fakat Camilla'nın annesi hapse girdikten sonraki yeni hayatında Richard'ın silinip gitmesi de üzücüydü. Sonuç olarak kitabının daha net olacağını düşünüyorum. Okumak için sabırsızlanıyorum..            
Continue reading Sharp Objects | Dizi Yorumu

31 Ağustos 2019

Tüketici Değil, Üretici Olmak - Dikiş Dikmek

Merhabalar pek sevgili ohyoulovemetoo blog okurları! Bu senenin bitimiyle iki senedir adam akıllı dikiş diken biri olarak kesinlikle bu konu hakkında şimdiye kadar birkaç yazı yazmalıydım ama işte ne yazık ki blogumla arama giren soğuk savaşı daha yeni ısıtıp eski haline döndürmeyi deniyoruz. Bu yazı boyunca göreceğiniz moodboard fotoğrafları benim kendi diktiğim parçalardan Şukufe üzerinde çekip portfolyo için hazırladığım el emeği göz nurlarımdır. Kısaca dikiş maceramdan bahsedecek olursam benim dikişe eğilimim küçüklükten beri vardı. Size basit bir hayal gibi gelebilir ama hep dikiş dikmeyi öğrenmeyi çok istemiştim. Hatta yakın arkadaşlarımdan biri kursuna gittiğinde o kadar özenmiştim ki sonraki sene hemen kendim de yazıldım. Küçüklükten kendime kolyeler yapmaya, kutu kutu boncuk biriktirmeye, annemin eski tüllerini kesip kesip bir şeyler işlemeye bayılan biri için bu hobimin bir gün karşıma çıkacağı kesinlikle belliymiş. Neyse nihayet (dün gibi ama) iki sene önce bir dikiş kursuna başlayabildim. Dikiş kursunun yanı sıra stilistlik kursuna da başladım ve bir dönem boyunca ikisini çok güzel idare ettim. İkinci dönemde stilistlik kursunu bırakmaya karar verdim ve sonrasında dikişe daha çok ağırlık verdim. Ama dikişi nasıl öğrendiğimi sorarsanız dikiş hocamın en basit teknikleri hiç öğretmediğini ileride kendimi geliştirdikçe fark ettim. Hatta koca bir sene kursa giden biri için o kadar temel şeyleri öğrenmemiştim ki kendim temiz dikişi nasıl yapacağımı anlamam çok uzun vaktimi aldı. Özellikle en sevdiğim kısım olan bir ceketi astarlamayı kendim öğrenene kadar canım çıktı. Bu süreç diliminde birçok dikiş sayfası bulup onları takip ettim, birçok şeyin dikimini internetten blog vb. sayfalardan öğrendim. Dikiş kursunu sevmeniz ve devam etmekte dirayetli olmanız tamamen hocanızın size kattığı bilgiye bağlı ama ben sınıf ortamı olarak da çok şanslıydım. Kurstaki ablalardan dikişe dair çok fazla tüyo öğrendim. Elim bu tarz meziyetlere yatkın olduğu için ben dikiş konusunda pek zorlanmadım. İlk birkaç ay zorla gidiyordum kursa ama sonrasında sabah yarım saat erken gittiğim ve hocaya son beş dakikaya kadar dikiş masasından kalkmamak için yalvardığım oluyordu. İkinci dönemden itibaren dikişin hayatımda hobiden ziyade bir eylem olduğunu fark ettim. Nasıl kitap okumadan duramıyorsam dikiş dikmek de adeta nefes almak gibi bir şey oldu benim için.

Şu an dikiş dikmeye dair oldukça deneyimli biriyim ve şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; dikiş dikmeyi herkes öğrenebilir ve dikebilir. Benim bugüne kadar girdiğim ortamlarda genelde dikiş dikmek pek bir küçümseniyor. Bir yetenekten ziyade meziyet olarak bakılıyor. Ama dediğim gibi isteyen herkes dikiş dikebilir fakat bu işin tek yeteneği sabrınızın yeterli kotada olması. Daha en son diktiğim ceket için tam üç kere öndeki patın dikimini beğenmediğimden bir sökme işleminin kırk dakikamı aldığını bilerek tek tek dikişleri söktüm. Yani bir şeye sabrınız yoksa üzgünüm ama ya o sabrı elde etmeyi öğrenmelisiniz, ya da bu "meziyette" size pek bir öneride bulunamam. Konu dikiş olunca benim ağzımızın susması imkansız gibi bir şey. Aklıma bir model koyup o modele gidecek kumaşı arama serüveni, aksesuarlarını tamamlama ve makinenin başına oturmak benim için inanılmaz bir zevk. Hatta bazen dikiş dikmekten bu kadar büyük zevk almama ben de şaşırıyorum ama güzel giyinmeyi seven herkes için inanılmaz bir lüks.


Ve asıl konumuza gelirsek artık bendeniz tüketen değil üreten bir insanım. Kendi giysimi, çantamı hatta bazen başımı örttüğüm başörtüyü bile kendim dikiyorum. Hayatın bir parçasında üretici olduğunuzda gündelik yaşam da artık daha farklı görünmeye başlıyor. Biraz daha kapitalist sistemin gerçeklerini fark ediyorsunuz. Mesela eskiden giysiye verdiğim paranın belki de yüzde yirmisi gibi bir rakamla kendi giysilerimi dikebiliyorum. Bir diğer ağır basan nefes alma nedenim kitaplar da bu huyumdan ağır nasibini aldı. Artık ayda on iki kitap okuyorsam dokuzunu hatta bazen neredeyse hepsini kütüphaneden okumaya çalışıyorum. Özellikle artık popüler kültürden uzaklaştığım için kütüphane kullanmak benim için adeta cennetten bir dilim. Tabii ki bazen kütüphanede bulamadığım ve okumak için sabırsızlandığım kitaplar oluyor fakat onları da satın alıyorsam sonrasında etiket fiyatının yarısına satarak kitap alışverişimi de bir döngü içine yerleştirdim.



İnsanlar tüketmeye, gösterişe, birilerine hayatlarını kanıtlamaya o kadar aç ki bazen ben de kendimi sorguluyorum öyle miyim diye çünkü artık bu hislerle sarmalanmayan kaldı mı ki? Giyim sektörü inanılmaz bir şekilde pahalılaşıyor ve bu tüketimden sıyrılmak gün geçtikçe imkansızlaşıyor. Sürekli yeni modeller, sürekli yeni akımlar, sürekli yeni kreasyonlar ve daha birçok şeyle ne kadar ihtiyacımız olanı elde etmeye çalışıyoruz? Ben kendime bile soruyorum, her gün başka giyinmeye çalışıyorum. Dolaplara sığmayacak kadar kaban, ceket, gömlek takımları dikiyorum ve dışarıdaki fiyatla kıyasladığımda arada uçurum olduğunu çok iyi biliyorum. Böylece giysilere harcamadığım parayı çanta, ayakkabı vb. başka şeylere harcıyorum. Bir diğer yandan başka sanat dallarıyla ilgileniyorum, onların malzeme harcamalarına harcıyorum. Bir şekilde yine tüketici oluyorum, olmamak gibi bir şey mümkün değil zaten. Kim sadece ihtiyacı olduğu kadar yemek yiyor, niye kahvaltı sofralarında dört çeşit peynir olmadan sandalyelerimizi çekmiyoruz, neden sırf bir deniz manzarası için serpme kahvaltılara bu kadar para döküyoruz ve o kadar mübarek bir ayı insanları sömürmeye dönüştüren iftar lokantalara bunca dehşet fiyatlar ödeniyor?
                       
Sanırım insan olarak tüketici ruhumuzu hiçbir şekilde ardımızda bırakamıyoruz. Ama eğer bu durum sizi rahatsız ediyorsa gerçekten bir kez olsun kıyafetinizi kendiniz dikmeyi deneyebilirsiniz. Kitaplarınızı kütüphaneden kullanmayı ve sinemalara bu kadar para dökmeden film izlemekten keyif almanın bir yolunu bulmayı.. Marketten aldığınız bir şeye zam geldiğinde buna dikkat etmeyi, ay içerisinde aldığınız her şeyi not etmeyi ve daha birçok şeyi.. Yazının geneline değinirsek gerçekten dikiş dikmeyi en ufak bir merakı olan herkese canı gönülden öneririm. Giyinmeyi seven ve şu an içinde bulunduğumuz tüketim dünyasından ufacık da sıyrılmayı düşünüyorsanız internetten bile öğrenmeniz için birçok yol var. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki bir şey yapmanın yolunu özellikle de internette İngilizce yazıp arattığınızda önünüze çıkmayacak kapı yok.


Hadi bu yazıyı okuduktan sonra önerdiğim youtube hesaplarına bir göz gezdirin. Ardından kendinizi bir pazara ya da uygun kumaş satan bir kumaşçıya atın. Son çıkan Burda sayısını alın, ilk başta kendiniz mühendis gibi hissetseniz dünyanın en eğlenceli şeylerinden biri olan kalıp patronunu çıkarın, kumaşın üzerine tutturun ve kesin, sonra dikişiniz elinizden ne kadar gelirse dikmeye bakın. Ben buradan sesleniyorum, başaracağınıza inanıyorum. Unutmayın bu işin sırrı sabrınızda! Sakın ola onu yolun ortasında kaybetmeyin.
mabedyaya (favorim <3)
Continue reading Tüketici Değil, Üretici Olmak - Dikiş Dikmek