6. Bölüm
(Birinci ve ikinci bölümün linki
Üçüncü bölümün linki
Ağzından
çıkanları nereye yormam gerektiğini düşünürken artık kapana kısılmadığımı fark
ettim. Vezirin oğlu suratını bana eğmiş, ondan kurtulmamın oldukça kolay olduğu
bir pozisyonda yanıma uzanmıştı. Hınç dolu bir öfkeyle başımın yanlarına
sabitlediği kollarını iterek ayağa kalkmak için doğruldum. Sırtımın ani bir
hızla yere yapışması sonucu omuzlarımda hafif bir zonklama vardı. Vezirin oğlu
yana doğru dönerken suratında aynı şaşkın bakışlarla beni izlemeye devam etti.
Geri geri adım atıp aramıza daha da mesafe koyarken tek istediğim gerçek
demirden yapılma kılıcımın ağırlığını parmaklarımda hissetmekti. Böylece ne
olursa olsun kendimi koruyabilirdim. Beni saçımdan tutup yere fırlatmasının
öfkesi hala içimde cayır cayır yanıyordu. Üzerimde olduğunu hissettiğim anda
boğazıma konan ellerim sayesinde zayıflığımı ilan etmiş olmaktan korkuyordum.
Vezirin oğlu ayağa kalkarak tiksinti
duyacağım bir özgüvenle saçlarını düzeltti. Ardından bakışları benimkilerle
bütünleştiğinde ağzını açmadan ısrarla konuşmamı bekliyordu. Bu suskunluğundan
sıkılarak boğucu bir nefes verdim. Beni tanıdığını söylediği konuya tek bir
mantık sığdırabilirdim ve muhtemelen arka planı öyle olmalıydı. Öbür türlüsü
ailemi tanıma olasılığıydı ki bunun mümkün olmadığını çoktan belli etmişti.
Yem atarak şansımı denedim. “Beni tanıyor
olman mümkün değil.”
“Senin yüzünün arka figürde olduğu bir tablo
odamı süslüyor.”
Sözleri karşısında duraksadım. Genç kızlığa
adım attığım günden bu yana Bay Sergei’nin portrelerinde modellik yapmıştım.
Dansın yanında gözüne girmek için ne zaman istese saatlerce boya kokusuna maruz
kaldığım o güneşin bir şükür sayılabilecek şekilde az vurduğu odada sabahtan
akşama kadar put kesilir otururdum. Bay Sergei her seferinde gözlerimdeki
tonları över, güzelliğime genel bir not vermese bile sürekli görenin tekrar
bakmak isteyeceğini düşündüğü farklı bir havam olduğunu dile getirirdi. İlk
seferlerinde öylesine sıkılırdım ki bir keresinde beni çizdiği sürenin yarısını
ağlayarak geçirmiştim. Böylece aklına başka bir ilham dokunarak beklenmedik
gözyaşlarımı da portreye yansıtarak tamamen başka bir sanat parçası ortaya
çıkarmıştı. Vezirin oğlunun bahsettiği portrenin hangisi olduğuna dair hiçbir
fikrim yoktu. Sadece tek beni çizdiği portreleri kendine saklayarak kalabalık
çalışmalarında yalnızca benim suratımın süslediği portrelerden kopya çekerek
arka perdede boyayla canlanan yüzlere
şekil verirdi. Vezirin oğlunun bahsettiği portrede sadece ben olamazdım.
“Dans ediyordun!” dedi sabırsızca. Aklımın
dağılmasıyla yere kayan gözlerimi kaldırıp ona baktım. Yüzünün önüne getirmeye
çalışır gibi gözlerini kıstı. “Fakat o gösteride olduğu gibi baş dansçı
değildin. Arkalardaydın ama suratın öyle keskin çizilmişti ki portrede dahi
gözlerinin sarısı parlıyordu.” Başka şeyler hatırladığını kanıtlayan aceleci
bir tebessüm dudaklarında yerini aldı. “Son seferinde olduğu gibi sadece gözlerini
açıkta bırakan bir peçen yoktu. En önde duran kızın yüzü bile seninki kadar
dikkatli çizilmemişti.”
Suratındaki kızarıklığa bakılırsa atkuyruğum
yanağına mükemmel bir sertlikle çarpmıştı. Tam muzaffer bir gülümsemeyle
heveslenecektim ki sonucunda beni yere fırlattığını hatırlayarak dudaklarım
ince bir çizgiye döndü. Tahta kılıçlardan kendiminkini kavrayarak hiza aldım.
“Eğitiminle ilgileneceğimiz vakitleri boşa çalıyorsun.”
Bana doğru adım atarak ilerlerken çenesi
yine susmadı. “O portredeki kızın sen olduğunu inkar etmiyorsun işte. Dans
ediyorsun, kılıç tutuyorsun, portrelerde modellik yapıyorsun.” Üzerinden uzun
zaman geçmiş ki unuttuğum hareketi tekrarlayarak yanağını kaşıdı. O anda
anlayarak bunu daha çok kafasını bir şey üzerine patlatırken ya da sıkıntıya
büründüğü zaman yaptığına yordum. Fakat aksine benim aklımda her zaman alay
dolu ruhsuz cümlelerine eşlik eden bir hareket olarak kalacaktı.
Yerde duran kılıcını ayağımla ona iterken
sabrım taşmak üzereydi. Artık bir an önce buradan kurtulmak, evin yolunu almak
istiyordum. Vezirin oğlu kılıcını eline almak yerine olduğu yerde sabit kaldı.
“At da sürüyor musun? Peki ya müzik aleti?” Kısa bir duraksamadan sonra, “Bir
asilzadenin kızısın, değil mi?” diye sordu meraklı bakışlarla.
Çığırından çıkmama gıdım kalmıştı.
Tıslayarak kılıcını yerden aldım. Eline tutuştururken sesimin yansıdığı bir
sertlikle, “Kes şunu artık. Dövüşü bitirip gitmek istiyorum.” dedim üstüne basa
basa.
Vezirin oğlu nihayet kılıcını kaldırarak
sustu. İkimiz de hamlelerimizi yarıştırırken bu sefer daha farklıydı. Vezirin
oğlunun dalmış gözleri sürekli hata yapmasını sağlıyor, tahta kılıcını daha
yumuşak tuttuğu her halinden belli oluyordu. Vaktin geçmesi için sıkıcı
darbelerle onu savuşturmaktan başka çarem yoktu. Sarsak adımlar atıyor ama yine
de gözlerini benimkilerden ayırmıyordu. Aynı tanımaya çalışan bakışlarla beni
izlediğini görmek sinir katsayımı arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
Etrafımda dönerek kılıcımı savururken bloke
etmesini bekliyordum ama vezirin oğlu kılıcını yerinden dahi oynatmadığı için
elimdeki tahta parçası havayı yırtarak yeri hedef aldı. Tüm gücümü topladığım
kolumun havada savrulmasıyla eğilmek üzereydim ki bileğim sertçe çekildi.
Kolumu çekiştirmeye çalışırken el mahkum başımı kaldırıp anlam vermeye çalışan
bakışlarla gözlerine döndüm. Sıcak parmaklarının tenime değdiğini hissetmek
sessizliğe gömülmüş olan öfkemi çıkartmaya yeterken tekrar çırpındım. “Bana
gereksiz yere dokunmayacağına dair ağzından söz aldım!” Kolumu serbest
bırakması için boştaki elimle göğsünden itiyordum. “Altına imzanı atmadın mı?”
Çekiştirmekten canım acımaya başladı. “Bırak dedim sana!” diye çığlık attım son
sesimle.
Ne kadar sinirli olduğunu kanıtlayan kaşları
çarpılırken titriyordu. “Portredeki kız sensin, değil mi? Cevap ver bana!”
Boştaki
ayağımı bacaklarının arasına geçirmemek kendimi zapt etmeye çalışırken için
dişlerimi sıktım. Bu manasız ısrarı beni deli ediyordu. “Ne olmuş oysam? Beni
öldürmekle tehdit etmek için yeni bir neden mi arıyorsun?”
Neye laf dokundurmaya amaçladığımı
anladığında kaşları kalktı. “Beni boğmaya yeltenmeseydin boğazına sarılmazdım.”
Geçirdiğim öfke nöbetinin kanıtı olan bir iç
çekişle bağırdım. “Seni boğmayacaktım! İpi rahat bıraktığım anda beni öldürmeye
kalkıştın!”
Sesi kükremeye benzer bir oktava yükselirken
olduğum yerde titredim. “Sadece seni korkutmak istedim. O kadar ileri
gitmeyecektim!”
“İleri gitmeyecek miydin? Boğazıma tüm
gücüyle sarılıyken boynumdaki kesiğe parmaklarını yapıştıran adam mı söylüyor
bunu? Son nefesimde bile acı çekmem için elinden geleni yaptın!” Acı bir
kahkaha atarak başımı sallayıp durdum. “Boğsaydın da bir şey fark etmeyecekti.
Baban tüm pisliklerini temizlerdi, değil mi? İkiniz de masum bir ölümün üstünü
örttüğünüzde sevinecek kadar midesizsinizdir.”
Aynı ölümcül tehdit gözlerine otururken bu
sefer korkmayacaktım. Yakınlarımda gerçek bir kılıç varken kendimi savunmasız
hissedemezdim. Vezirin oğlunun boştaki eli ani bir hareketle çenemi kavradı.
Yanaklarımın büzülmesini sağlayan bir sıkılıkla çenemi sertçe tutması dilimi ısırmama
neden olurken birden gözlerim yaşardı. “Beni ve ailemi içeren cümlelerinde
ağzından çıkana dikkat edeceksin.”
Hissettiğim acizliğin içinde boğulurken
sabrımın son zerresi de taşarak sessizliğime veda etti. Hiç düşünmeden dizimi
kaldırarak bacaklarının arasına geçirdiğim tekme sayesinde sendeleyerek
dizlerinin üzerine düştü. Esaretinden kurtulan çenem ve bileğim sızlarken
koşarak kılıcımın olduğu yere vardım. Yeninden çıkardığım gibi gözdağı vermek
amacıyla öne doğru uzattım. “O kılıcın boynuna inmesine izin vermediğim için
ellerim pişmanlıkla titriyor. Ölüm vaadi içermeyerek boynuna doladığım ipi iyi
ki rahat bırakmışım. Zehir misali kanının ellerime bulaşmasıyla bir gün dahi
yaşayamazdım.”
Acısı dinmeye başlamış olmalıydı ki başını
kaldırarak, “Sözlerine dikkat et,” diye tısladı.
Hayatımda bir daha kimseye böyle bir nefret
besleyebileceğimi sanmıyordum. Çakmak çakmak yanan gözlerle, “Sen dikkat et!”
diye bağırdım. “Beni savunmasızca tıktığın o odada etrafında emrine amade
hizmetçilerle çevriliyken beni dönüşmekten başka çare bırakmadığın aciz kız
değilim. Özgürlüğüm apaçık ortada, parmaklarımın arasında bana ait bir kılıç
varken aramızdaki derece farkını unutmamamı sağlamak senin elinde.” Vezirin
oğlu ayaklanırken kılıcımı yenine soktum. “Bugünlük bu kadar yeterli olmalı.
Bir daha bana dokunmaya kalkışırsan olacaklardan ben sorumlu değilim.”
Vezirin oğluna konuşma fırsatı vermemek için
hızlıca tahta kılıçları topladım. Sırt çantamı kaptığım gibi uzaklaşmaya
başladım. Arkamdan dikkat çekmek için seslice bağırdı. Hala ismimi bilmiyor
olmasına sevinirken son kez sözlerine kulak kabarttım. “Haftaya cuma aynı
saatte burada olmazsan asıl ben olacaklardan sorumlu değilim!”
Cümlesinin ardından ormanın içine doğru
koşuyordum. Patika yolunun yerine yeşilliklerle çevrili ormanda nefessiz
koşarken zihnimi tüm olanlardan uzaklaştırmaktan başka en ufak talebim yoktu.
Ayağıma takılan ağaç parçası sonucu sendeleyerek kendimi ellerim üzerinde
buldum. Ağzımdaki kesiğin oluşturduğu kanı yutmaya çalışırken midem düğüm düğüm
oldu. Ormanın içinde çaresizce kapaklandığım yerde dünden beri yediğim her şeyi
çıkarırken vezirin oğlunun söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu. Kanıtlamaya
uğraştığım cesaret gösterimin geri tepmesinden korkarken günden güne ruhumun
yanında bedenimin de ağır yaralar aldığı düşüncesine yenilmek omuzlarıma konan
bir ağırlık misaliydi. İçine girdiğim girdabın beni yutması olasılığının
dehşeti beynimde uğuldadı.
Geri kalan gün oldukça sıradan geçti. Hiçbir
şeyden zevk alamadığım için ne zaman boşluğa düşsem dans etmenin özlemi
bastırıyor, parmak uçlarım hasretle sızlayıp duruyordu. Ayağa fırlayıp dans
figürlerimi taklit etmemek için direniyordum. Akşam olduğunda yemekten sonra
Leila ile yürüyüşe çıkmamız dışında bir değişiklik olmadı. Ardından Freida da
bize katıldığında onlardan bulaşan neşeyle az da olsa keyfim yerine gelmişti.
Üç kız çocuğu misali kol kola yürürken en az konuşanın ben olduğumun ortaya
çıkmamasını diliyordum. Öyle yorgundum ki kimseye açıklama yapmak değil,
gerekçe sunacak kadar sabrım bile yoktu.
Ertesi gün üzerimi değiştirirken bileğimdeki
çürükleri benden önce fark eden Leila oldu. İlk başta öfkesini sindirmeye
çalıştı. Ardından dayanamayarak elini yumruk halinde defalarca kez yatağın
üstüne vurdu. Sakinleşmeye başladığı gibi ateş saçtı. “Bir dahaki hafta ben de
seninle geleceğim. Ormanda gizlice oturur beklerim. Sana zarar vermeye
kalkışırsa bir şekilde engel olmaya çalışırım.” Bileğimi tutup hafifçe
dokunurken, “Piç kurusu.” diye fısıldadı sertçe.
Bu küfrü karşısında kendime engel olamayarak
gülmeye başladım. Leila asla küfretmez, artık sahte davrandığı sanılacak kadar
nazik davranırdı. Onun ağzından böyle bir küfür duymak beni şaşırtırken
gülmeden edememiştim. Geçiştirerek omuz silktim. “Kılıcım yanımdayken bana bir
şey yapamaz.”
“Onun bir erkek olduğunu unutuyorsun Afrah.”
Doğru yere parmak basmıştı ama damarına
dokunmadıkça vezirin oğlu kolay çıldırmıyordu. Bir daha ailesine laf atmamaya
özen gösterip, çenesinin durmadığı sorulara baştan savma cevaplar verdiğim
sürece talimi yapıp yollarımızı ayıracaktım. En azından bu denli iyi niyetli
düşünmeye çalışıyordum. Leila’ya anlatmadığımı hatırlayarak suratımı astım.
“Bay Sergei’ye modellik yaptığım portrelerden birini ailesi satın almış. En
başından beri beni bir yerden çıkarmaya çalışıyordu. Meğerse ruh hastası
deresince portreleri inceliyormuş.”
Leila söylediklerime yorum yapmak yerine
oturduğu yataktan fırlayıp çekmeceleri karıştırmaya başladı. Merakla onu
izlerken soru sormak yerine ayakta dikildim. İnce bir zarfı bana uzatarak, “Bay
Sergei’den.” demekle yetindi.
Benim aklımdan çıkmış olsa da belli ki Bay
Sergei sessiz bir yılan gibi sırasını bekliyordu. Mektubun içinde beni sarayına
çağırdığına dair kısa bir nottan başka bir şey yoktu. Leila sıcak bir tavırla
elini omzuma koydu. “Ben de seninle geleceğim.”
Gözlerime ulaşan bir gülümsemeyle başımı
yana eğdim. “Tek gitsem daha iyi olur. Merak etme, bir şey olmayacak.”
Öğlen vakti babamla demirci dükkanına doğru
yürürken tek kelime etmedik. Koluna girmeme izin vermekten başka hiçbir
sıcaklık göstermedi. Kendimi tutamayıp tereddütle arkama baktığım anlarda
babamın gözleri de aklımdan geçenleri düşünerek şüpheyle kısılıyordu. Demirci
dükkanına girince Rapid’e selam vererek babamı beklemeden aşağı kata indim.
Esneme hareketleri yaptıktan sonra kılıcımı almak üzere hareket edecektim ki
babam merdivenlerden aşağı indi. Bana doğru yürürken yüzündeki ciddiyete anlam
veremedim.
“Başlamıyor muyuz?” diye sordum hemen.
Boğazını temizleyerek ölçülü bir tonla,
“Önce biraz konuşalım.” dedi.
Başımı salladıktan sonra kollarımı kavuşturup
söyleyeceklerini beklemeye başladım. Babam elini uzatarak boğazıma uzandığında
yerimde sabit kalmak için alt dudağımı dişledim. Hekim edasıyla morluklarımı
inceleyip boynumdaki yaraya geçti. Pansumanı açmak yerine öylece bir süre
gözleri yaramda takılı kaldı. “Artık daha iyisin, değil mi?”
Yatıştırıcı bir tebessümle gülümsedim.
“Acımıyorlar bile.”
Suratında hafif bir sıcaklık parıltısı
görsem de tekrar ciddiyete büründü. “Vezirin oğluyla çok fazla konuştunuz mu?”
Üzerine düştüğü konu şimdiden canımı sıkmıştı.
“Hayır, pek konuşamadık. Çoğunlukla uyumama izin verdiler.”
“Ona kendinden bahsetmediğine emin misin?”
“Söyledim ya baba. Beni sorgulamaya fırsat
bulamadan asıl suikastçı suçunu itiraf etti.”
Gözleri tereddütle titreşti. “Benim adımı
asla vermedin, değil mi?”
Israrı karşısında, “Hayır.” dedim sertçe.
Aklındakileri teker teker dile getirirken
kelimelerini özenle seçiyordu. “Şayet bir daha böyle bir şeyle karşı karşıya
gelirsen yine aynı tutumu sergilemelisin. Asil birine ne olursa olsun kimin
kızı olduğunu, nerede yaşadığını veya kendinle ilgili hiçbir şey
söylememelisin.”
Söyledikleri karşısında istemsizce kaşlarım
kalktı. “Neden benim kim olduğum bu kadar önemli?”
Samimi bulamadığım bir şefkatle uzanıp
saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Nedenini sorma. Sadece ne diyorsam onu
yap.”
“Ne olursa olsun mu? Canıma kıyılacağı
ihtimaliyle yüz yüze olsam bile kim olduğumu açığa çıkarmamalı mıyım?”
Nasırlı elleriyle benimkileri kavrayarak
sıktı. “Hayır, hayır, öyle demek istemediğimi biliyorsun.”
Alayla dudağımın kenarı kıvrıldı. “Memnunsun
değil mi? O kör olası odaya tıkılıp suikastla suçlandığımda kim olduğumu,
sıradan bir demircinin kızı olduğumu ifşa etmediğim için mutlusun değil mi?
Senin başını yakacak hiçbir adım atmayıp ağzımı sıkı tuttuğum için çok memnunsun,
değil mi?”
Yalnızca başını olumsuz anlamda sallamakla
yetindi. Babamın suskunluğu her an boğazıma yeni bir kilit vuruyordu.
Düşündüğüm gibi olmadığına dair bağırıp çağırmasını bekliyordum ama sadece
başını hayır der gibi sallıyordu. Bu itiraz değil, başlı başına geçiştirmeydi.
Ağzıma dolan acı tatla yüzümü ekşittim. İhtimaller üzerine kurduğum yapbozun
son parçası da yerine oturmuştu. Kelimelere döküp duymak istemediğim cevabı
işitmekten korkmuştum ama yanıt gözler önündeydi. Keder kalbimi sıkıp minik
baltalar batırırken canım haddinden fazla yanıyordu. Hayal kırıklığı gözlerimi
doldurup içimi sımsıcak bir alev misali yakarken boğazımdaki düğümü yutkunmak
öyle zordu ki adeta boğuluyordum. “O zaman iyi yapmışım, değil mi?” diye sordum
titreyen dudaklarımla. “İyi ki ağzımı açıp tek kelime etmemişim. İyi ki
boğulmayı göz önüne alıp çenemi sıkıca kenetlemişim.”
Babamın gözleri kederle büyüdü. “Vezirin
oğlu yaptı.” dedi cevabını almış gibi. “Seni boğmaya mı kalkıştı?”
Boğuk sesimle, “Evet!” diye haykırdım. “Sizi
lekelememek, bu işe bulaştırmamak için ölümle yüz yüze geldim. Beni boğmasına
izin verecektim. Onun iğrenç acımasına kalarak son anda vazgeçmesi sayesinde
şuan burada dikiliyorum.” Histerik bir kahkaha tüm odada çınladı. “İyi ki öyle
yapmışım yoksa yıllarca bunu yüzüme vuracaktın. Meğer mükemmel bir karar
almışım.”
“Afrah!” diye bağırdı. Omuzlarımdan tutup
beni sarsarken, “Kendine gel! Demek istediğim bu değildi.” diye sesini
yükseltti.
Kollarından hırçınca sıyrıldım. “Buydu işte
buydu! Seni bir daha göremeyeceğim ihtimaliyle dehşete düşerken nasıl da büyük
bir aptallık yapmışım. O pislik beni saldığında ilk senin kollarına koşup
şükrederken ne kadar safmışım!”
Babamın suratı pişmanlıkla çarpılırken
tekrar bana uzanmaya çalıştı. Geri geri yürürken hıçkırıklara boğulmak
üzereydim. “Merak etme baba. Bir daha böyle bir şey başıma gelirse kimsenin pis
elleri boğazıma dayanmadan kendi canımı kendi ellerimle alırım.”
Arkama bakmadan odadan çıkarken babam ardı
kesilmeksizin ismimi bağırıp durdu. Arkamdan geleceğini düşünerek daha hızlı
adımlarla yürümeye koyuldum. Gözlerimin bulanıklığı zar zor görmemi sağlarken,
başıma saplanan ağrıyla bir an önce sessizliğe kavuşmaktan başka isteğim yoktu.
Eve koşmak yerine dükkandan çıktığım gibi arka patikadan nehrin kıyısına
ilerledim. Yeşilliklerin üzerine vardığımda bacaklarım beni daha fazla
taşıyamayacak halde yere çöktü. Başımı bacaklarıma gömüp boğazımdaki düğümleri
teker teker serbest bıraktım. Gitgide boğazım daha çok acırken hıçkırıklarım da
azaldı ama o günün batımına kadar bir türlü kendimi tam olarak susturamadım.
Günler birbirini kovalarken hafta sonu
sessizce gelip geçti. Babamla yaşadığım hayal kırıklığını üzerimden atamadığım
için yeni bir öfkeye sorunu yaşamamak adına Bay Sergei’nin sarayına gitmeyi
geciktirip durdum. Durumun acil almadığı tekrar mektup yollayıp beni ayağına
çağırtmamasından belliydi. Üç günü kılıç talimi yapmadan, babamla göz göze
gelmeden, içim dans etme tutkusuyla yanarak geçirmeyi başardım. Dans edemediğim
için vücudum acısını çıkarmak adına sürekli oynayıp duruyordu. Yemek masasında
farkına varmadan parmaklarımla ritim tutmaya başlıyor, parmaklarım kıvrılmak
için sızlıyor, hatta anlamadan arp sesini mırıldanarak taklit ediyordum.
Babamın sessizliğinden sorduğum tüm ihtimalleri kabul ettiğini günden güne daha
keskin anlıyordum. Kalbim her seferinde yanan bir sancıya kapılıp aklımı
bulandırmayı rahat bırakmıyordu.
Nihayet salı günü zoraki adımlarla Ladin
Köşkü’ne doğru yol aldım. Bu yolda öyle çok anım vardı ki hepsi arı kovanı
misali beynime üşüşüyordu. Freida hala dans etmeye devam ettiği için benimle
gelmeyi teklif etmişti ama bunu kabul etmem imkansızdı. Freida asil bir edayla
dans ederken, onu izleyerek temizlik yapamazdım. Kıskançlıkla alakası yoktu. Bu
ancak kaybettiklerimi bana tekrar tekrar hatırlatarak kalbimin paramparça
olmasına neden olurdu.
Ana bahçeyi geçip kapıyı tıklatırken yüreğim
ağzımdaydı. Sakin olmaya çalışıyordum fakat öfkem hala öyle tazeydi ki içim
içime sığmıyordu. Vezirin oğlunun aklına suikastçı olmam fikrini düşürmesi beni
bir yıllık bir anlaşmanın esareti altına sokmuştu. Ağır kapılar güler yüzlü
tanıdık hizmetçilerden biri tarafından açıldı. Beni görünce tanıdığı
gözlerindeki parıltıdan belliydi. Sıcaklık içermeyen bir selam verdikten sonra
avucumun içi gibi bildiğim köşkte yürümeye başladım. Üst kattaki prova salonuna
doğru merdivenleri çıktım. Ardından haşin hareketlerle koridoru geçiyordum ki
biri adımı seslendi. Kafamı çevirdiğimde Yasmin’in hevesli kollarla bana
yöneldiğini gördüm. Bana senelerdir dostmuşuz gibi kollarını dolarken ona
karşılık verdim. Birbirimizi tanıdığımız halde çok az konuşurduk. Böylesine
sıcak hareketi karşısında şaşkınlığa uğramıştım.
Geri çekildiğinde yüzüme bakıp rahatlıkla
derin bir nefes verdi. “Sana bir şey oldu diye çok korktuk.”
Bunu duymak istemsizce canımı yaktı. Uzun
yıllardır günlerim bu köşkte geçiyordu. Herkesi tanır, her yeni katılan
dansçıyla dost olmak için çekinmeden adım atardım. Ladin Köşkü bir nevi
bambaşka bir aileydi benim için. Bay Sergei de öfkeli ama muzip bir babadan
farksızdı. Böylesine bağrıma bastırdıktan sonra yediğim ihanetle aldığım yara
bir türlü kabuk bağlamıyor, aksine kanayıp duruyordu.
“Bir şeyim yok.” diye geçiştirdim. “Asıl sen
nasılsın?” Suratına sıkıntılı bir hüzün çöreklenirken bu tepki karşısında
kaşlarımı çattım. “Neler oldu Yasmin?”
Tam dudaklarını aralamak üzereydi ki
koridorda tok bir ses yankılandı. “Bay Sergei seni bekliyor.” Hizmetkarlardan
biri Bay Sergei’nin çalışma odasının önünde dikilmişti.
Uzanıp Yasmin’in elini sıktım. “Her ne
olduysa bana uzun uzun anlatacaksın.” Gözlerine ulaşmayan bir tebessümle başını
salladı. Yasmin merdivenlerden aşağı inerken ben de çalışma odasına doğru yürümeye
başladım.
Kapıyı tıklatmama gerek kalmadan hizmetkar
benim için açtı. Bu odayı daha çok ufak bir kütüphane olarak kullanıyordu.
Birkaç kez çok yorulduğumda bu odadaki köşeye dayalı koltukta uyuklamama izin
vermişti. Şimdi bu anıların hepsi uzaktan seslenmeye çalışan notalar misali
geçmişte kalmıştı. Beni gördüğünde oturduğu sandalyeden kalkarak olduğum yere
doğru yavaş adımlarla yürüdü. Suratındaki dehşetle rahatlama arası ifadeyi
tiksintiyle izlerken kapının kapanma sesini duydum.
Konuşmasına izin vermeden giriştim. “Nereyi
temizlememi istiyorsunuz?”
Anlamamamış gibi kaşlarını kaldırdı. “Ne
temizliği?”
“Hangi dans salonundan başlayayım
temizliğe?” diye sordum tekrar. “Borcunuzu yakın zamanda tamamlayıp teslim
edeceğim.”
Eliyle koltuğu göstererek, “Önce biraz
konuşalım istersen.” dedi.
Başımı sertçe salladım. “Bu köşkte
gerektiğinden fazla bir dakika bile durmak istemiyorum.” Geri adım atarak,
“Elbisenin borcunu ödemek için köşkünüzü temizlememi istemiştiniz. Bir an önce
başlayıp en azından bahsettiğiniz haftalardan birini bitirmek istiyorum.” dedim
nefes almadan.
"Sana büyük bir özür borçluyum Afrah.”
Sözleri karşısında suratım allak bullak
oldu. “Neyin özür borcu? Beni suikastçı olarak itham edip vezirin oğlu
tarafından alıkonmamı sağladınız için mi?”
Kaşlarını çatarak ellerini kaldırıp düştüğü
hayreti sergilemeye çalıştı. “Böyle bir saçmalığı kim ortaya attı? Böyle bir
şeyi yaptığımı nasıl aklının ucundan geçirirsin?”
Beklediğim öfke hızlıca gün yüzüne çıkarken
bezginlikle sesimi yükselttim. “Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Gösteride
vezirin oğlunun başına gelen suikast yüzünden beni suçlu bulan siz değil
miydiniz? Aylardır sabah akşam çalıştığım gösteriden hak ettiğim ücreti bana
ödemek yerine kendinize borç çıkaran siz değil miydiniz?” Sinirden ellerim titremeye
başladı. “Vezirin oğluna suikastçının ortağı olabileceğimi söyleyerek hayatımı
nasıl bir riske attığınızı bir kere olsun düşünmediniz mi? Tanışmamızın
üstünden yıllar geçmişken böyle bir ihaneti hangi gerekçeyle hak ettim ben?”
Öfkeyle yüzü çarpıldı. “Böyle bir şeyi asla
kabul etmiyorum! Sana bunu kim söylediyse baştan sona palavra. Suikastta ortak
olabileceğine dair herhangi bir şey asla ağzımdan çıkmadı. Sen benim en iyi
dansçılarımdan birisin. Seni ölümcül tehlikeye sokacak bir olasılığa neden olmamı
düşünmen çılgınca.”
Yaklaşıp koluma uzanmaya çalıştığında hırsla
geri çekildim. “Böylesine yanardönerli davranmanız midemi bulandırıyor.
Aylardır beni itip kakıp yüzüme etmediğiniz hakaret kalmadı. Vezirin oğlunun
kutlamasının son dans gösterim olduğunu defalarca kez söylediniz. Ardından
herkesin ortasında güya en iyi dansçılarınızdan birini belki de kalıcı bir iz
olarak kalacak bir şekilde tokatladınız. Hak ettiğim ücreti üzerime borç
kıldınız. Asıl tüm bunlardan sonra suikastçı olabileceğime dair iddiayı ortaya
attığınıza inanmamam aptallık olurdu.”
Ben konuşurken parmağını kaldırarak
susturmaya çalışsa da dilimin altındaki tüm cümleleri söylemiştim. Sandalyesine
geri oturduktan sonra koltuğu işaret etti. “Lütfen otur ve lafımı kesmeden beni
dinle.”
İnatla ayakta dikilerek sessizliğe
gömüldüğümde pes ederek dudaklarını araladı. “Aylardır sana böyle davranmamın
tek nedeni seni dansa daha çok teşvik etmekti. Diğer dansçılarda yaşadığım
aksilikleri birkaç kez sana yansıtmış olabilirim ama her seferinde sonradan
gönlünü almaya çalıştığımı unutuyorsun. Vezirin oğlunun kutlaması için aylardır
hazırlanıyorduk ve sana son gösterin olacağını söylemem yalnızca daha çok hırs
yapmanı sağlamak içindi. Üzerine çok gittiğimi biliyorum fakat senin gibi bir
dansçıyı kaybetmenin bana neye mal olacağını bilemezsin.” Sözlerine kısa bir
ara vererek soluklandı. “Gösteride olanlar kesinlikle senin hatan değildi fakat
işin arka yüzü öyle karışıktı ki seni korumak zorundaydım. Eğer bu suikast
olayında vezirin oğlunu kurtardığın için seni kutlasaydım böylece dikkatleri
üzerine daha çok çekecektin. Seni orada öylesine küçük düşürmem göze daha az
batarak aciz biri gibi görünmeni sağladı. Hoş ben ne kadar göze batmaman için
uğraşsam da yine bir şekilde suikastçı suçuyla bu çukura çekilmişsin. Elbiseyi
mahvettiğin için öfkelendim fakat sen baygınken boynundaki yaraya baktıkça
deliye dönen de benden başkası değildi. Ücreti ödemeyeceğim ve köşkümü
temizlemek zorunda kalacağın ya da dans ettiğini babana yetiştireceğimi
söyleyerek seni tehdit etmem ise palavradan farksızdı.”
Çekmecesine uzanıp ağır bir zarfı çıkarıp
bana doğru yürümeye başladı. “Hak ettiğin ücret bunun içinde Afrah.” Çeneme
uzanıp başımı kaldırdı. “Vezirin oğlu seni kaçırdığında başına neler geldi
bilmiyorum ama az çok tahmin ediyorum. Seni asla kimseye gammazladım.” Kırık
bir tebessümle, “Attığım tokat için üzgünüm.” dedi. “Senelerdir fırça ve müzik
aleti tutunca ellerim anlamadan hafiflikleri yok olup nasırla kaplandılar. Oysa
sadece göz boyamaya çalışıyordum.”
Çenemi rahat bırakması için geri çekilirken
söyledikleri karşısında başım dönüyordu. Tutunmak için koltuğun tepesine
dokunarak kendime gelmeyi bekledim. Uğuldayan kulaklarım yavaşça sessizliğe
karışırken tekrar başımı kaldırdım. “Size inanmak istiyorum ama çok zor Bay
Sergei.” dedim fısıltıyla. “Başıma onca şey geldi ve artık söylenen sözlere ne
zaman kansam sonunda aptal ben çıkıyorum.”
Gözleri samimiyetle parlarken uzanıp zarfı
elime tutuşturdu. “Sen çok zeki bir kızsın Afrah. Biraz sorgularsan sana hep
sert davrandığımı ama yine de her daim seni sevdiğime inandığını
hatırlayabilirsin.” Göz kırptı. “Çok zor değil.”
Omuzlarım hafiflerken, “Yani borç yok mu?”
diye sordum.
Elimdeki zarfı işaret ederek, “Hayır, yok.
Yırtık elbise de hediyem olsun.” dedi. “Gösteride öyle harikaydın ki seninle
gurur duydum.” Yakınıma gelip boynuma bakmaya çalıştığında izin verdim. “Yarana
bakmak beni hala dehşete düşürüyor. Artık gösterilerde giydiğin elbiselerde
yara izinin olduğu boynuna biraz daha el işi ekleriz.”
Sözleri karşısında vücudumu esir alan
gülmeyle birlikte omuzlarım da sarsılmaya başladı. Elimdeki zarfı sertçe
göğsüme bastırırken bu sefer gerçekten dikiş makinasının sesi artık kulaklarıma
yakından geliyordu. Mutluluktan yanaklarım ıslanırken gülmemi durduramıyordum.
İçime oturan ferahlıkla bir an önce dans etmek için ayak parmaklarım istemsizce
kıvrıldı.
Bay Sergei sıcacık mavi gözleriyle benim
mutluluğumu izlerken daha da keyiflendi. “Ne zaman dikiş makinası almaya
gidiyorsun?”
Sorusu karşısında tüm yüzüme kocaman bir
sırıtış yayıldı. “En yakın zamanda.” Sesim öyle mutlu çıkıyordu ki sanki bana
ait değildi.
Ladin Köşkü’nden ayrıldıktan sonra evin
yolunu tuttum. Öyle uzun bir zamandır sıkıntılıydım ki nihayet içimde uçuşan
kelebeklerle tekrar rastlaştığımda buna çabuk alışamadım. Annem de Leila da
sürekli neden sırıttığımı sorup durdu. Leila bunu sordukça keyfim daha çok
yerine geldi. Yakında onun yüzünde dünyanın en mutlu gülümsemesine tanık
olacaktım. Bunun zevki kalbimi pır pır ederken cuma günü gitgide yaklaşıyordu.
Tamamen umurumda olmadığını söylemezdim ama yine de içim bir nebze daha
rahattı. Ortaya çıkması gereken ağır bir gerçek vardı ve öğrenmek için elimden
geleni ardına koymayacaktım.
Cuma gününe kadar Rapid’le babamın dükkanda
olmadığı saatlerde talim yaptık. Her seferinde tüm gücünü kullanması için
ayrıca rica etmem gerekti. Babam sürekli dükkana gelmeme alıştığı için tekrar
dans etmeye başladığımda ikisini nasıl dengede tutacağım konusunda kararsızdım.
Eskiye nazaran daha çok talim yapıyordum. Yemekleri dağıtması için Leila’ya
daha çok yardım ediyordum. Muhtemelen dans etmeye geri döndüğüm zaman ilk başta
uzun bir süre büyük gösterilere katılmayacaktım. Sadece pratik yapma düşüncesi
bile mutlu olmamı sağlıyordu. Haftalardır içinde yutulduğum hüzün esaretinden
kurtulmuş olmam rüya gibiydi. Cuma gününü atlattıktan sonra Ladin Köşkü’ne
gitmeye başlayacaktım. Dikiş makinasını almak için biraz daha bekliyordum çünkü
Leila’nın doğum günü yaklaşıyordu. Boğazımdaki izler artık dikkatle bakılmadan
anlaşılmayan sarı tonuna dönmüştü.
Cuma sabahı herkesten önce ayaklanıp geçen
hafta olduğu gibi aynı yolu yürümeye koyuldum. Sırtımda yine tahta kılıçlar,
belimde de yeniyle asılı kılıcım duruyordu. Ormana bağlanmadan önceki açıklığa
vardığımda vezirin oğlu şaşırmadığım gibi oradaydı. İri taşlardan birinin
üzerine oturmuş dalgın bir halde yere bakıyordu. Öksürdüğümde kafasını kaldırıp
ayakta dikildiğim tarafa yöneldi. Suratında sıkıntılı bir ifade vardı ama
umurumda olmadığı için çantamdan tahta kılıcını çıkarıp oturduğu yerin önüne
fırlattım. Tek kelime etmeden kendiminkini elime alıp hizaladım. Aksak
hareketlerle ayağa kalkıp karşıma geçince dikkatle suratına baktım. Alnında ter
parıltıları vardı. Gözlerinde daha önce tanık olmadığım yorgun bir bıkkınlıkla
pozisyonunu aldı. Son tartışmamızın ardından aksine onu daha öfkeli
bekliyordum. Çenesi düşük bir şekilde sorular sorup durmuyor, başlamam için
öylece bekliyordu. Ses etmeden kılıçları tokuşturmaya başladık. Bitkin olduğu
her halinden belliydi. Kılıcına tam gücünü vermiyor. Benimkiyle onunkini bloke
ettiğimde pes ederek kılıcını yere atıp duruyordu. Böyle davranması kızgınlığı
arttırırken kılıcımla daha sert hiza alıyordum.
Her zamanki alaylı ifadesini takınarak,
“Formundan hiçbir şey kaybetmemişsin. Hala dilsiz gibisin.” dedi sesine yansımayan
keyifle.
“Bakıyorum sen de oldukça fazla talim yapıp
güçten düşmüşsün.”
Başını sallayarak beni geçiştirdi. Bu
suskunluğu elimde olmadan şaşırmama neden oldu. Böylesinin daha iyi olacağını
kendime hatırlatırken kılıcıma yüklediğim gücüme odaklandım. Geçen seferki
dövüşümüzün sonunda yaşananlarla birlikte nefretim kor bir alev gibi beni yakıp
geçmişti. Beni hor görüşü, çeneme kavrayışı aklıma geldikçe öfkem hafiften
kendini belirtti. Kılıcıma daha ağır yüklenirken vezirin oğlu saldırılarımı boş
vuruşlarla geçiştirdi.
“Öfken hala dinmemiş.” diye mırıldandı.
“Keşke sorularıma istediğim gibi cevaplar verip benim de öfkemi ortaya
çıkartmasan.”
“Keşke hayatıma bu kadar burnunu sokmasan.”
dedim bıkkınlıkla.
Yüzümü çevirip gözlerine baktığımda
suratındaki sıkıntılı ifade hala silinmemişti. “Portreye her baktığımda gerçek
olsaydı nasıl biri olurdu diye düşündüğüm kız sen olamazsın.”
Kılıcımı sertçe onunkine indirdim.
“Portrelere yansıyan yalnızca benim suratımın maskesini giymiş hayali
karakterler.”
Uzun bir sessizliğin ardından sesi yine
dövüşümüzü bıçak gibi kesti. “Beni suikastçının elinden kurtarmaya çok hızlı mı
karar verdin?”
Sorusu
karşısında afallayarak savurduğu kılıcını bloke edemedim. Böylece az daha
boşluğuma yiyeceğim kılıçla gözlerimi kapatırken vezirin oğlu aniden duraksayıp
kılıcını zapt etti. Elini koluma doğru uzatacakken ceylan gibi geri sektim.
Başını sinirle salladı. “Unutmuşum. Dokunmak yok.”
Ara vermeden kılıcımı tekrar kaldırdım.
Vezirin oğlu da keyifsiz bir tavırla kılıcını kaldırırken alnında artan ter
damlaları gözümden kaçmadı. Çenesini açmasına fırsat vermemeyi amaçlayarak bu
sefer darbelerim daha güçlüydü. Etrafımda dönerek kılıcımı karnına sokacak gibi
hamle yapıp havada döndürdüm. Vezirin oğlu tüm gücüyle tahta kılıcının üzerine
abandı. Bu gücü karşısında şaşırsam da biraz dişimi sıkarak kılıcımı kavramaya
devam ettim. Zorlandığı her halinden belli oluyordu ama ilk kimin pes edeceği
çok önemliydi.
Vezirin oğlu acı dolu bir nidayla kılıcını
serbest bırakarak elini boynuyla omzu arasına getirdi. Şaşkın bakışlarla ne
olduğuna anlam vermeye çalışırken canının yandığı her halinden ortadaydı. Kılıç
tutarken kendini çok zorladığı için koluna ağrı girdiğini sandım ama elini
çektiğinde boynunda kan lekesi vardı. Ona doğru emin olmayan adımlarla yavaşça
yürüdüm. Yarasına bakmak yerine sertçe, “Eğer ağrın varsa bugünlük bu kadar
yeter.” dedim.
Elimde olmadan yarasını aldığı açıya gözüm
takıldı. Parmaklarımı kendi boynuma getirdikten sonra kafamda dolanan ihtimalle
ona döndüm. “Yeni bir yara mı aldın?”
Susmakla yetinip gömleğini sıyırıp pansiyonu
kaldırdı. Bakmak için ona doğru bir adım daha attığımda gözlerim yalnızca
yarasına kenetlenmişti. Kızgın demirin bastırıldığı bariz olan yaraya bakarken
gözlerim dehşetle irileşti. “Bunu… bunu sana kim yaptı?”
Dövüşmemiz sonucu nefes nefese kalmıştı.
Çektiği acıyla suratı kasılıyordu. “Sarayda saldırıya uğradım.”
Kekelememek için dilimi ısırdım. “Hangi gün
peki?”
“Cumartesi akşamı.”
Titreyen elimle ağzımı örterken kızgın
demirin bıraktığı ize daha yakından bakmak için eğildim. Kare şeklindeki
yanığın sağ üst kısmında bir nokta vardı. Bu da her zaman gördüğüm yıldızın
bırakmış olduğu izdi. Vezirin oğlunun boynuna hayatı boyunca taşıyacağı bu yara
izini babam yapmıştı. Tıpkı benim suikastçıdan kılıç izi yediğim yerin
aynısıydı. Midem büzülürken derin nefesler
aldım.
Vezirin oğlu eliyle yaranın üzerini örttü.
“Bakma istersen. Bir anda rengin soldu.”
Eti yakan kızgın demirin acısını düşünmek
bile adeta benim canımı yaktı. Aslında hissetmem gerekiyordu fakat benim neden
olduğum bu acının altında ezilmek üzereydim. Vezirin oğlunun yüzü terden
parlıyordu. “Beni gerçekten boğacağını düşünmesem o kadar ileri gitmezdim ve o sırada senin
suikastçı olduğuna inandığım gerçeğini göz ardı ediyorsun.” Tek kaşını
kaldırdı. “Hoş bu ihtimali tamamen ortadan kaldırmam da senin elinde.”
Neyi inanıp inanmadığı zerre umurumda
değildi. O saçma fikirlerle dolu kafasını istediği olasılığa yorabilir, bana
zarar vermediği sürece istediği kadar boş konuşabilirdi. İtiraf etmem gerekirse
hala benim suikastçı olduğumu düşünmesi elimde olmadan hayal kırıklığına
uğramamı sağladı. Vezirin oğlu içine derin bir nefes çekti. Suratında çarpık
bir tebessüm yayılırken, “Niye hep yemek ve demir kokuyorsun?” diye sordu.
Gözlerimi bir anlığına örterek sessizliğe
gömüldüm. Ondan nefret ediyor, yakınında durmak bile tüylerimi ürpertiyordu. Beni
boğmaya kalkışmış, canımı ölesiye acıtmış, sayesinde tramvaya dönüşen kabuslar
görmeye başlamıştım. Şimdiyse karşımda dikilmiş tam anlamıyla suikastçı
olmadığıma henüz inanmadığını söylüyordu. Sinir katsayım artmak için yerini
bekliyordu fakat yarasını gördükçe nedeninin ben olduğumu bilmek midemi
bulandırıp durdu. Boynumdaki yara izini vezirin oğlu sayesinde almamıştım. Eğer
düzenlenen suikastı durdurmaya kalkışmasaydım boynumda asla bir iz
taşımayacaktım. Ama aksine vezirin oğlunun boynundaki iz apaçık sırf beni boğmaya
çalıştığı için olmuştu. Babama bana yapmaya kalkıştığı şeyi itiraf etmeseydim
bugün asla böyle bir izle karşılaşmayacaktım. Şükür olarak sayılması alay gibi
görünse de beni boğmaktan vazgeçmişti. Oysa belki de bu yarayı alırken
dişlerini kırarcasına birbirine geçirmiş, ömründe bir daha böyle bir acıya
şahit olmayacağını bilerek o berbat dakikaları sineye çekmeye çalışmıştı.
Alnının sürekli terlemesinden ve sarıya çalan ten renginden günlerdir yatakta
yattığı kuşkusuz ortadaydı.
Parmaklarım havaya kalkarken hala
kararsızdım ama hem yarayı daha yakından incelemek hem de anlam veremediğim bir
hissi içimde kıramazken boynundaki kana bulanan pansumanı yere fırlattım. Beyaz
gömleğinin temiz tarafını elime dolayıp dikkatle yarasının üstüne bastırdım.
Burnundan ses çıkarak güldü. “Hani dokunmak yoktu?”
“Sen bana dokunmayacaksın dedim. Benim sana
dokunmamam için bir anlaşmaya imza atmadık.”
Sözlerim karşısında göğsü sarsılacak şekilde
sesli gülmeye başladı. “Şimdi portredeki kızla örtüşmeye başladın işte.”
Onun bu neşesi bana zerre bulaşmazken, “Ne
demezsin.” demekle yetindim. Konuyu değiştirmek için doğru zaman olduğuna karar
verdim. “Seni yaralayanların kim olduğu ortaya çıktı mı?”
Suratı gerildi. “Hayır, bir anda beş kişi
saldırdı ve hepsi siyahlar içindeydi.”
Tuttuğum gömlek parçası yaradaki tüm kanı
emdiğinde geri çekildim. “Kolunu ne kadar zorlarsan ağrın o kadar artar. O
yüzden bugünlük bu kadar talim yeter istersen.”
Başını sallarken geri çekildim. Vezirin
oğlunun yeşil gözleri parladı. “Bana hiçbir zaman ismini söylemezsen sana nasıl
sesleneceğim?”
“Portredeki kız diyebilirsin.” diye
geçiştirdim.
Bir şeylere kafa yorduğunu belli ederek alnı
kırıştı. “Bay Sergei ile arandaki bağ ne?” Omzumu silkerek bu soruya cevap
vermeyeceğimi göstermeye çalıştım. Bu sefer de ısrarla, “Bir asilzadenin kızısın,
değil mi?” diye sordu. "Ailen asilse modellik yapmana nasıl izin verdiler?"
"Ailem asilse beni şimdiye kadar
tanıyor olman gerekirdi. Haksız mıyım?"
"Soruma cevap vermedin. Beni kurtarmaya
nasıl karar verdin?"
Geçiştirerek, "Çok ani oldu."
dedim kısaca.
Israrlı bakışlarla gözlerini bana dikti ama
daha fazla konuşmayacaktım. Geri adım atarak tahta kılıçları çantama doldurmaya
başladım. Vezirin oğlu aynı yerde dikilirken alnındaki terleri sildi. Arkamı
dönüp gideceğimi anlayınca öne atıldı. "Sana bir teklifim var."
Cüretkar bir tavırla tek kaşımı kaldırdım.
"Zaten ya bir teklifin oluyor ya da üstüme atacak bir suç
buluyorsun."
Dokundurduğum lafın üzerinde durmadan devam
etti. "Seni sözleşmemizdeki bir aydan özgür bırakacak."
Bastıramadığım bir hevesle, "Neymiş
o?" diye sorduğumda gözlerinde hayal kırıklığı parçaları görür gibi oldum.
"Benim de dahil olacağım ufak çaplı bir
dans gösterisinde dansçıya ihtiyacım var."
Sesim alayla titremek üzereydi. "Sen de
mi dans edeceksin?"
"Hayır." dedi sertçe. "Piyano
çalacağım."
Cevabı karşısında hafif bir duraksamayla
bekledim. Vezirin oğlunun öylesine naif bir müzik aletini çalıyor olduğunu
düşünmek çok tuhafıma gitmişti. Kafamda ikimizin başrol olduğu bir gösteri
hayalle bulutlanırken içimde hissettiğim merak duygusunu bastırmaya çalıştım.
Arp çalmayı az çok biliyordum ama piyano gibi mükemmel bir varlığın üzerinde
parmaklarımın gezdiğini düşlemek ürpermeme neden oldu. Bu anlaşmadan ne kadar
hızlı kurtulursam o kadar hızlı rahat nefes alacaktım. "Üç ay."
diyerek şansını denedim. “Anlaşmadan üç ayı sileceğiz."
Aksi şekilde kafasını salladı. "İki
ay."
Dişlerimin arasından tıslayarak kabul
ettiğimi gösterdim. "Umarım zor bir gösteri değildir. Birkaç şartım
olacak."
Gülünecek bir tavırla iç çekti.
"Dokunmak yok. Soru sormam yasak. Öyle değil mi?"
Tiksintiyle burnumu ekşittim. "Dokunmak
tabii ki yok. Sadece gözlerimin görüleceği bir kostüm giyeceğim."
Devam etmediğimi görünce kaşlarını kaldırdı.
"Bu kadar mı?"
"Hayır, önce bir şeyin asıl yüzünü
öğrenmem gerek."
Kollarını göğsünde kavuşturup, "Neymiş
o?" diye sordu her zamanki özgüvenli tavırla.
"Ancak
bir şartla kabul ederim. Benim suikastçı olma ihtimalimi sana Bay Sergei
söylemediğine göre bu olasılığı kim ortaya attıysa onu itiraf edeceksin."
Sorum karşısında şaşkınlığı yüzünden her
türlü okunurken ben de aynı tavırla kollarımı kavuşturarak umutla beni asıl
uçurumun kenarına itenin ortaya çıkmasını beklemeye koyuldum.
Giderek daha heyecanlı oluyor.Herşeuin dozu yerli yerinde.Masum, henüz bir aşk başladığını bile bilmeyen iki insan var ki aşkın en güzel hali işte bu yalın hali bence...Devam Betül çok bekletme bizi. Klıçların Dansı çok çekici bir isim değil bence.Okuyucu ilk kitabın ismini görür ve eline alır.Biraz savaş çağrıştırıyor.Bayan okurlar, arka kapağı okumadan bunu böyle algılayıp, kitaba ele alma şansı bile vermeyebilirler.Dans kelimesi hernekadar yumuşatsa da, bilemedim.Yine sen içinden geleni yap."Afrah" koyabilirsin belki...Bu da benim fikrim.Bu karakteri resim olarak kafamda, hani Afganistanlı bir kızın resmini National Geographic kapak yapmıştı seneler öylece, hatta seneler sonra kendisini bulup, yaşlanmış halini de fotoğraflamıştı...
YanıtlaSilÇok güzel gözleri vardı.Afrah hayalime öyle bir güzellik olarak yerleşti...
Aklıma kurt düşürdün valla :D İsmi değiştirmeye düşünmeye başladım ama şimdilik en azından yenisini bulana kadar böyle kalsın :) Beğenmene çok sevindim, yediye henüz başlamadım, altıyı çok hızlı yazmıştım ama yedi henüz kafamda oturmadı aceleye gelmesin istiyorum :)
SilŞu an saat 3.05 ve bir oturuşta 6 bolüm okudum.Başlarda yazım tarzın farklı gelse de sonradan alıştım ve aktı resmen satırlar. Kurgusu ise daha başlarda olsa da çok güzel görünüyor şimdiden ve gitgide daha da güzelleşiyor bölümler. Yeni bölümü iple çekiyorum umarım kısa zamanda gelir. Ha bu arada bir an önce cuma günleri gelsin istiyorum haftanın diğer altı gününü aradan çıkarsak mı ne :))
YanıtlaSilÇoook sevindim beğenmene :) Yediye henüz başlamadım çünkü önce bölüm sonlarını aklımda oturtmam gerekiyor. Başladığım gibi birkaç güne gelicek yeni bölüm :)
SilNerelerdesin?Yeni bölüm için sıkıştırmayayım dedim ama merekta ediyorum.Umarım herşey yolundadır canım.
YanıtlaSilHer şey yolunda, sadece iki haftadır günlerim biraz yoğun geçiyor. Bu hafta başlayacağım sıradaki bölüme :)
Sil