26 Şubat 2017

,

Tehlikeli Kızlar - Abigail Haas | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Tehlikeli Kızlar
Orijinal Adı: Dangerous Girls
Yazar: Abigail Haas
Yayınevi: Yabancı Yayınları
Sayfa Sayısı: 375
Goodreads Puanı: 4.15/5
Benim Puanım: 3/5
Arka Sayfa;
Lisedeki son yılları bitmişti. Anna, erkek arkadaşı Tate, en yakın arkadaşı Elise ve diğer yakın arkadaşlarıyla birlikte, hayatlarının en güzel yaz tatilini yaşayacaklarını düşündükleri Aruba’ya doğru yola koyulmuşlardı.
Ancak tatil sırasında Elise vahşi bir cinayete kurban gittiğinde, Anna kendisini yabancı bir ülkede, çok ağır ve küçük düşürücü suçlamalarla baş etmeye çalışırken bulmuştu. Arkadaşının katilini bulmaya kararlı olan Anna, kurduğu dostluklarla, gerçeğin güvenilmez doğasıyla ve aşk acısıyla ilgili korkunç şeyler keşfedecekti.
Yargıcın kararını bekleyen Anna'nın etrafındaki herkes onun suçlu olduğunu düşünüyordu ancak hiçbirine güvenilemezdi. Gerçek hikâye ise, kimsenin aklına gelmeyecek kadar şoke ediciydi...
  • Kitap harika bir girişle başlıyor. Gerilim tarzı filmlerde ilk sahneye bir telefon sahnesinden bölük börcük arkadan gelen korku nidalarıyla başlanır ya; bu kitabın da en başında aynı şekilde polisle geçen bir konuşma geçiyor ki zaten sırf bu konuşmanın arka perdesini öğrenmek istemek için hemen hızlı ve kalite bir başlangıçla sayfaları çeviriyorsunuz. Kitabın ana konusu Anna'nın en yakın arkadaşı Elise ve sevgilisi Tate'in dahil olduğu arkadaş grubuyla birlikte evlerinden uzak bir adaya tatile gitmelerini anlatıyor. Tabii bu tatil sona ermeden Elise bir şekilde vahşice öldürülüyor ve bu cinayetten hüküm giyecek olan suçsuz kişi de en yakın arkadaşı olan Anna. Hem geçmişten yani ikilinin tanışma evrelerinden hem de günümüzde soruşturmanın nasıl devam ettiğine dair oldukça detaylı bölümler okuyoruz. Geçmiş kısımlarda bu kadar detaya girilmesi arada sıkılmamı sağladı. Kitabı henüz yarılamadan katili aklımda tahmin etmeye çalışmıştım ama düşündüğüm gibi ilerlemedi. Hukuk yasaları konusunda yazarın kalemi çok kaliteliydi çünkü kadın araştırarak ve gerçekçi yazmış. Kitabı baştan sona çok severek ve sıkılmadan merakla okudum fakat bunun baş etkeni en sonunda her şeyin ortaya çıkacağına kuvvetli bir ihtimal vermemdi.

  • Son sayfalara doğru Anna'nın hüküm yiyeceği suçu o kadar büyük bir heyecanla okudum ki; satırlarla ellerimi kapayıp okudukça elimi geri çektim. Kitap boyunca öyle çok kişi atıp tutup başka bir şey ortaya sürüyor ki bunların hepsinin mantıklı bir sonuca varmasını beklemeniz gitgide imkansızlaşıyor. Anna'nın yalan olarak söylediği şeylerin başka biri tarafından ciddi bir tasdikle doğru olarak ortaya koymasının aklımı karıştırmasına hiç izin vermedim. Anna'ya her zaman inanmayı amaçladım çünkü kitabı baştan sona onun ağzından okuduğumuz süreç boyunca böyle bir şeyi yapmasına hiç ihtimal vermedim. Kitabın cinayete dair en kilit noktası o gün evde Elise sabahtan akşama kadar odasından çıkmamışken Anna ve Tate'in kısa süreliğine eve döndüklerinde ne yaptıkları. Kitap boyunca Anna duş aldığını ve Tate de odada onu beklediğini söylüyor. En sonunda nihayet son bölümde bu kısmın gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Peki neye yarıyor biliyor musunuz? Hiçbir şeye yaramıyor çünkü kocaman bir çöp. Son bölümü o kadar beklenmedik bir yerden vuruyor ki tüm kitap boyunca okuduğumuz hiçbir şeye anlam yükleyemiyoruz. Hangi kaba koyarsam koyayım tahminlerim hiçbir yere sığıp bir manaya ulaşamıyor. Delillerden birine anlam versem başka bir delil katıksız bir saçmalığa dönüşüyor. Büyük bir hevesle okudum ve her dair her şeyin o son bölümle ortaya döküleceğine inandım ama resmen kendimi avutmuşum. Rica ediyorum böyle ipucu verdiğini sanarak yazmasın yazarlar. Son bölümün çok vurucu olduğunu yazarak övgülere sığdıramayanlar var ama bana göre keşke üstün körü yapayım derken bu kadar elini gözüne bulaştırmasaydı yazar. Bu kitap beni hayal kırıklığına uğrattığı için gerçekten üzgünüm. Benim sevemediğim ortada ama öylesine övenler var ki belki siz beğenebilirsiniz. Heyecanlı okumalar..

Continue reading Tehlikeli Kızlar - Abigail Haas | Kitap Yorumu
,

Kuğu ve Çakal - J. A. Redmerski | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Kuğu ve Çakal (Katiller Çetesi #3)
Orijinal Adı: The Swan and The Jackal (In the Company of Killers #3)
Yazar: J. A. Redmerski
Yayınevi: Ephesus
Sayfa Sayısı: 400
Goodreads Puanı: 4.22
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Fredrik Gustavsson hiçbir zaman aşka inanmamış ve kimsenin karanlık hayatını kabul edebileceğini düşünmemiştir. Ta ki en az kendisi kadar tekinsiz Seraphina’yla karşılaşana dek... Fredrik ve Seraphina beraber dopdolu iki sene geçirmiş ve aşkın en karanlık halini tatmıştır. Fakat bir gün Seraphina Fredrik’i geride bırakıp kayıplara karışır.
Gelgelelim Fredrik Seraphina’yı bulmaya kararlıdır.  Fredrik’in elindeki tek koz ise Cassia adında, hafıza kaybı yaşayan masum bir kızdan başkası değildir. Fredrik’in Cassia’nın yaşananları hatırlaması için çabalamaktan başka şansı yoktur. Ve bu esnada hiç umulmadık olaylar yaşanır ve Fredrik kendini türlü açmazın içinde bulur.
Katiller Çetesi’nde macera Sarai ve Izabel’in ardından devam ediyor, gerilim iyiden iyiye tırmanıyor. Kuğu ve Çakal J.A. Redmerski’nin dünya çapında büyük yankı uyandıran serisinin üçüncü kitabı.
  • Şöyle şaşalı bir cümleyle başlamak istiyorum ki; tek kelimeyle bayıldım. Seri boyunca bir kitabı bu kadar beğenebileceğimi tahmin etmemiştim ve muhtemelen sıradaki kitapları da bunun kadar bağrıma basamayacağım. Kitap çok keskin bir giriş yapıyor ki bu tür alengirli başlangıçları okumak beni meraktan çatlatıyor. Seraphine'nin ne kadar kafadan kontak bir kadın olduğunu anladığım gibi tüylerim ürperdi çünkü aşk romanlarında büyük genellikle bu tür derin karakterleri erkek olarak okuyoruz. Ardından Fredrick'in Seraphine ile olan ilişkisinin her ne kadar coşkulu olsa da zannımca fazlaca sağlıksız olduğuna kanaat getirmek ilerdikçe nasıl bir yol alacaklar diye merak etmemi sağlıyordu ki zaten arka kapağında okuduğumuz ayrılık patlak verdi. Ardından Cassia karakterine geçtik ki kızla ilgili en ufak bir şeyi okumak onu bir anda sevmemi sağladı. Fredrick'in ona davranış biçimi, Cassia'nın o masum dokunulmaz saflığı karşısında kitabı gittikçe daha çok beğeneceğimi düşündüm.

  • Fakat sonradan Cassia ile Fredrick arasındaki iletişim beni rahatsız etmeye başladı. Cassia'nın ona ne yaparsa yapsın Fredrick'i deli gibi seveceğini söyleyip durması, ayrıca onu bir senedir sevdiği kadını bulabilmek için bodruma kilitlemesi karşılığında böyle büyük bir aşkı hissetmesi bir yandan beni saçmalığıyla sarstı, diğer yandan da geçmişine dair zerre bir şey hatırlamayan bir kadının ona nazik davranan bir erkeğe sığınması mantığıyla klişe olduğunu reddettim. Ama ne zaman ki Cassia'yı Seraphine'yı bulmak için aylardır hapseden ve Cassia'yı umursamayan Fredrick'in bir anda her şeyi bir kenara bırakıp o anı yaşamasını söylemesi absürtlüğüyle beni duraksattı. Çünkü Fredrick, Seraphine'yi bulmak konusunda öyle takıntılıydı ki böyle bir düşünceden vazgeçmesi olasılığı geçince direk artık kitabı sevemeyeceğim hissine kapıldım ve her ne kadar bu olayın mantığını sonradan anlasak da uzun bir süre bu tatsızlıkla okumaya devam ettim. Ama sonra öyle mükemmel bir hava kazandı ki ben de inanamadım. Tamamen beklediğimin dışında harika bir kurgu çıktı karşıma. Sonlarına doğru da en önemli olaylardan biri bizi şoka uğratmak için çok hızlı geçilmişti. Bunun haricinde gerçekten bayılarak okudum. Keşke çeviri ve düzenleme konusunda biraz daha hassas davranılsaydı ama ufak rahatsızlık verecek hatalar haricinde keyfimi bozacak kadar değildi. Benim tahminimce serinin devamında muhtemelen hiçbir kitabı bunun kadar sevemeyeceğim, umarım Fredrick hakkında daha fazla bir şeyler karalanır çünkü okumak için çırpınıyorum. Canı gönülden öneririm, rica ediyorum okuyunuz..

Continue reading Kuğu ve Çakal - J. A. Redmerski | Kitap Yorumu
,

Geçmişin Yankısı - Diana Gabaldon | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Geçmişin Yankısı
Orijinal Adı: An Echo in the Bone (Outlander #7)
Yazar: Diana Gabaldon
Yayınevi: Epsilon
Goodreads Puanı: 4.42/5
Benim Puanım: 4/5
Arka Sayfa;
Diana Gabaldon milyonları büyüleyen YABANCI serisine Geçmişin Yankısı ile devam ediyor. 18. yüzyılda yaşayan İskoç savaşçısı Jamie Fraser ile 20. yüzyıl İngiltere’sinden gelen eşi Claire Randall’ın olağanüstü hikâyesine bir kez daha hayran olacaksınız. GEÇMİŞİN YANKISI KISIM I Bir zamanların II. James yanlısı Jamie Fraser, Amerikan ayaklanması hakkında üç şeyden emindir: İlki kazanan tarafın Amerikalılar olacağı, ikincisi kazanan taraf adına savaşmanın hayatta kalmayı garanti etmeyeceği ve üçüncüsü ise namlunun diğer tarafında İngiliz ordusu için savaşan, evlilik dışı doğan oğluyla yüzleşmektense ölmeyi tercih edeceği. Claire ise Amerika’nın kazanacağını bilse de bedelinin ne kadar ağır olacağından habersizdir… Bu sırada, on sekizinci yüzyıla kıyasla daha güvenli olan yirminci yüzyılda, Brianna ile eşi Roger MacKenzie, iki yüzyıl öncesinden kalan mektuplar aracılığıyla Jamie ve Claire’in dramatik hikâyesini adım adım takip ederken, hiç beklemedikleri büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaklardır.
Arka sayfasını okuduğumda bu kitabı seveceğime o kadar emindim ki içimde filizlenen çok büyük bir heyecanla başladım. Zaten kitaba direk William'ın savaşta yaşadıklarıyla başlıyoruz ki seriye üçüncü kitapla giren William karakteri devam kitaplarında ne zaman ortaya çıksa beni her zaman mutluluğa boğmuştu. Çünkü ana karakterlerimizden birisiyle içinde bulunduğu derin bağlantı; olayların gidişatında gizli sırlar ortaya çıkacak mı merakıyla her kitabı dopdolu hislerle okumamı sağlardı. Bu söylediklerimden sonra William'ın arka kapakta öyle vurucu bir cümleyle yedinci kitapta geçecek olmasının benim için ne kadar değerli olduğunu tahmin edebilirsiniz. Fakat bu kısım benim beklediğim kadar keskin dile getirilmedi. Evet, ikinci kısmın son bölümünde en sonunda gelişme yaşandı fakat savaş kısmında bu iki karakterin karşı karşıya gelmesi düşündüğüm kadar nefes kesici değildi. Bir diğer yandan Brianna ve Roger'a da değinip durduk ama ikinci kısmın sonlarında olaylar öyle bir dağıldı ki ikisi henüz rahata varmış şekilde bitmedi. Ki düşünün outlander serisinin her kitabının sonunda karakterler nihayet refaha kavuşurlar. Fakat bu seferinde devamı için çıldıracak kadar ortada kesilmiş oldu.
Ian'a her kitapla beraber daha da aşık oluyorum. O asi ruhu, yaşadıklarının ağırlığını taşıyan duygusal tavrı ve diğer her şeyiyle bayılarak okuyorum. Ne zamandır yazara artık onun tekrar aşık olmasını sağlaması için yalvarıyordum ki en sonunda öyle bir kısım geçti ki inanamayarak defalarca kez okudum. Claire ve Jamie'den hiç bahsetmiyorum fark ettiyseniz. Öyleyse artık içimi dökmeliyim. Öncelikle ilk kısmı çok severek okudum ama benim için havai fişekler patlatacak güzellikte değildi. İkinci kitabın gündelikten ziyade daha derin anlatımı sayesinde kesinlikle tam puan vermeyi düşünüyordum çünkü beni öylesine öfkelendirecek bir olaya şahit olmamıştık.Tam da böyle derken son yüz sayfada öyle bir şey oldu ki can evimden vuruldum. Ben ki aylardır bu seriyi okuyorum ve Claire ile Jamie'yi okumaktan bir an bile vazgeçmemişken yazarın bu yaptığını nasıl affedebilirim? Hem de bu ikilinin arasına öyle birini soktu ki gerçekten bıraksalar ağlayacak durumdayım. Efsaneye dönüşmüş iki karakterin aşkından bahsediyoruz ve yazar bu hislere nasıl kıyabildi, kalemi böyle bir şeyi yazmayı nasıl kaldırabildi anlam veremiyorum. Daha okuyacağımız yazılmamış kitaplar var ve bundan sonra Claire ve Jamie'nin aşkına nasıl aynı bakabilirim? Bu satırları yazarken gerçekten gözlerim doluyor. Evet, en başından beri iki karakterimizin de başına gelmemiş şey kalmadı. Hapse girdiler, sürgüne gittiler, defalarca kez ölümle yüzleştiler ama sanki "bakın bunu bile yazabilirim" dermiş gibi kanıtlamaya çalıştığı bu olay neydi öyle? Gabaldon bu sefer öyle bir batırdı ki gözümde nasıl tekrar aynı parçaları bir araya getireceğini düşünüp taşınıyorum ama bir sonuca varamıyorum. Sekizinci kitap umarım en yakın zamanda çevrilir çünkü Jamie ve Claire'in aklımda böyle kalmasını kaldıramıyorum. Keşke tüm yorumum sadece yedinci kitabın mükemmelliğini vurgulamakla geçseydi ama kabullenemiyorum. Keşke tüm bu saçmalığı kitabın sonlarına doğru kucağımıza atmasaydı. Her ne kadar bahsettiğim kısım beni öfke krizine soksa da onca sayfa boyunca okuduklarımı elbette çöpe atamam. O yüzden çok fazla puan kırmıyorum. Umarım sıradaki kitap ikili arasında geçenler bakımından kaldırabileceğim türden devam eder.
Continue reading Geçmişin Yankısı - Diana Gabaldon | Kitap Yorumu
,

Ya Da Biz Masal Olsak - Ezgi Durmuş | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Ya Da Biz Masal Olsak
Yazar: Ezgi Durmuş
Yayınevi: Destek
Sayfa Sayısı: 200
Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Dünyanın en şanslı kadını; hayatında, tıpkı hayran olduğu babasına benzeyen bir adam olan kadındır. Ve dünyanın en şanslı bir diğer kadını; olmayan babasının yerine koyabileceği kadar güvendiği ve sevildiği bir adama sahip olan kadındır.
Ben ikinci şanslı gruptandım.
Ve bir gün evlenirsem; kızının saçlarını okşarken ona kendi uydurduğu masalları anlatabileceğine emin olduğum bir adamla evlenmeye kararlıydım.
Çünkü masalsız ve babasız büyümek çok zor...
Kitabın arka kapağı bana çok baba-kız ağır gibi gelmişti ki muhtemelen akla ilk gelen bu konunun baskın olacağı bir kitap okuyacağımızdır. Fakat bunun aksine baba öznesi kitabın sadece bazı yapılarını oluşturup arka planda kalmış bir kavram. O yüzden kitaba önce bu eksiyle başladım. Ardından ağırlığının aşk hikayesi olduğunu anlayınca romantik türünü barındıran her kitabı ayrı bir merak ve şevkle okuduğum için zamanla tecrübe ettiğim kitaplarla karşılaştırdığım zaman hüsrana uğrayacak mıyım diye merak ederek devam ettim. Genel görüşümü söylersem çok ama çok beğendim. Beni ziyadesiyle şaşırttı ve gerçekten büyük beğenimi kazandı. Aşka değinmeyi ve içerdiği hikayeyle beni harika derecede etkiledi. Şöyle bahsedeyim ki; sadece bir ayrılık kısmı vardı ve o kısımda yazar kız karakterin görüşünden "bir daha asla sevemeyeceğini" o kadar güzel ve farklı bir görüş açısıyla değinerek anlatmıştı ki içimi yaktı. Yani evet; şöyle demeliyim ki kalbimi çok güzel acıttı. O paragraftaki hüznün doğallığını satırlara yansıtmayı öyle güzel başarmıştı ki burnum sızladı resmen. Hiç beklemediğim bir yerde içime oturan hüzne karışmamı sağladı. Bu ayrılık olayının öncesinde meydana gelen olayın naifliği, ardından yaşananların naifliği; anlayacağınız benim kitap boyunca en çok beğendiğim kısım kesinlikle dramı bana geçiren satırlardı.
Kitabın dilini beğendim; özellikle de okuduğumuz ilişkinin oluşma ve şu anki evrelerine tane tane merak dolu değinilmişti. Yalan olayına gelip heyecanla arka sırrı ne derken bir anda geçmişe döndük. Bu da o satırlara bir an önce dönme isteği sağladı içimde. Fakat yazarın kaleminde şu ısrarla gözüme battı. Önemli bir olay gidişatında yan karakterlerden birinin adının öylesine geçmesiyle bir anda onun hakkında detaylı cümleler okuyoruz. Ama benim o sırada okumak istediğim tek şey olayın nereye bağlanacağı. Evet, bu kitabı sabırsız bir şekilde okuduğum için daha güzel olduğu anlamına geliyor ama diğer yandan da keşke o karakter hakkında durduk yere detaya girilmeseydi. Kitap Nehir karakterinin yaşadığı en büyük iki aşkı konu ediniyor ve nereye bağlanacağını o kadar merak ettim ki sonuna kadar sürekli aklımda tahminler uçuştu. Ayrıca kitapta konuşma satırlarından çok uzun paragraflar var diyebilirim ve uzun paragraflarda kısa cümleleri okumayı sevmediğim halde bu kitapta bu hiç gözüme batmadı çünkü yazar bir şekilde araya koyduğu kısa cümleleri de yakıştırmıştı. Sonlarına doğru ufak bir ters köşe yaşadım. Onun sayesinde baş karakterin yaptıklarını daha mantıklı bir açıdan izledim. Kitabın sonu da çok güzeldi diğer her yerinin olduğu gibi. Çok uzattım ama kısacası aşk romanları konusunda seçici olduğum halde kurgunun sahibi Hakan ve Nehir'in hikayesini çok beğendim. Özellikle o ayrılık kısmını ve alıntı koyduğum yerin güzelliğini unutamıyorum. Ayrıca bir ilişkide yalana aslında çok üstünde durulmayan bir bakış açısıyla değinilmesi dikkatimi çekecek kadar farklıydı ve tabii ki ikilinin arasındaki aşkın artık nasıl bir ihtiyaç ve şayet koparsa çok acıtacak bir düğüm olduğunu okumak aşka değiniş şeklini bir başka beğenmemi sağladı. Baştan sona çok severek okudum, kesinlikle öneririm.
Continue reading Ya Da Biz Masal Olsak - Ezgi Durmuş | Kitap Yorumu
,

İçimdeki Müzik - Sharon M. Draper | Kitap Yorumu

Kitap Adı: İçimdeki Müzik
Orijinal Adı: Out of Mind
Yazar: Sharon M. Draper
Yayınevi: Timaş
Goodreads Puanı: 4.37/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Şimdiye kadar tek kelime konuşmadım. Neredeyse on bir yaşındayım. 
İngiltere'nin saygın edebiyat ödüllerinden Coratta Scott King ödüllü yazar Sharon M. Draper'dan hüzün ve umut dolu soluksuz okunacak bir roman. Gerçek bir yaşam öyküsünden ilham alınarak kaleme alınmış. 11 yaşındaki Melody'nin hastalığının adı Spastik ikili kuadripleji yani beyin felci. Yürüyemiyor, konuşamıyor, tekerlekli sandalyeye mahkum. Hiçbir uzvuna komut veremeyen bu küçük kızın beyni ise mükemmel işliyor. Hikâye Melody'nin öğretmenlerine, arkadaşlarına, komşularına kısaca dış dünyaya kendini kanıtlama çabasını anlatıyor. İncelikli, naif, akıcı, komik ve ilham verici bir eser. Sesini asla unutamayacağınız bu cesur kızla tanışmaya hazır mısınız? 
Herkes övdü durdu ama ben nedensizce elime almadım ve elbette buna çok pişmanım. Mükemmel bir kitaptı. Zaten çocuk kitabı denilince hemen içimde bir şeyler filizleniyor. Bu kadar masum düşünen herhangi bir karakterin ağzından bir şeyler okumak beni her zaman çok fazla etkiliyor. Melody'in ağzından okuduğumuz her satır ayrı değerliydi. Kesinlikle insana gereğinden fazla çok şey katan bir kitap çünkü Melody'in hayata geliş şeklini okuyup gün içinde değerini bilmediğimiz sahip olduğumuz tüm özelliklerimizi düşündükçe satırlar arasında ara verip insanı derin fikirlere kaptıran bir kitap. Bir çocuk kitabının masumluğundan bahsediyoruz ama yine Melody'nin yaşadıklarıyla benim de yanaklarım kızardı, öfkesiyle ben de dişlerimi sıktım ve elbette hüzün dolu kısımlarıyla burnumu sızlattı. Baştan sona bir solukta okudum ama bundan seneler sonra tekrar tekrar okurum yeniden. Her seferinde aynı hislere bürüneceğime de eminim. Sadece aklımızdan geçen hislerimizi, kelimeleri, her şeyi ne kadar basit dile döküp kendimizi ifade edebildiğimizi düşündükçe yine şükrediyorum. Bir an önce elinize alın ve o kapağındaki balığın neden fanusundan dışarı zıpladığını, Melody'nin içindeki müziğin ne kadar derin olduğunu okudukça siz de aynı hislere bürünüp zihninizden atamayacağınız bir kitap okuma zevkine varın.
Continue reading İçimdeki Müzik - Sharon M. Draper | Kitap Yorumu
,

Kuşlar Yasına Gider - Hasan Ali Toptaş | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Kuşlar Yasına Gider
Yazar: Hasan Ali Toptaş
Yayınevi: Everest
Sayfa Sayısı: 250
Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Kadirşinas otlarının mırıltısını, of dememenin ilmini, 
eldeyken kıymetini bilmenin erdemini, ömürden giden 
günlerin sabrını okudukça zihnimiz, gönlümüz havalanıyor. 
“Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır” sözü 
yankılanıyor kulaklarımızda. 
Kuşlar Yasına Gider; atların koşması kadar doğal, kaleme 
iç çektirecek kadar merhametli bir roman. 
“Toptaş’a yazarlık âdeta bahşedilmiştir.” 
ANDREW RIEMER, Sydney Morning Herald
“Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam, kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü.”
İlk başta itiraf ediyorum ki kısa olmayacak bir süredir kitap okuduğum halde yazarı hiç bilmiyordum. Bu kitabını bir edebiyat dergisinde senenin en çok beğenilen kitabı olması sayesinde merak etmeye başlamıştım. Daha sonra tesadüfi takip ettiğim kişilerden de hakkında övgüler okudum. Kitabı ilk elime alıp arka sayfasını okuyup kapağını incelediğimde ağır yazılmış bir romanla karşılaşacağımı sandım, hatta dilinde zorlanmamayı umuyordum. Fakat kitap başladığı gibi oldukça günümüz bir dille ilerlemeyi sürdürdü. Baba kavramının kitapta ne kadar çok geçeceğini düşündüğüm gibi beğeneceğimi de seziyordum. Ayrıca pek rastlamadığım bir anlatım dili vardı çünkü konuşmalar ayrıca satır başı olması gerektiği yerde kişinin düşüncelerini belirttiği paragraf içlerinde virgülle ayrılarak yazılmıştı. Açıkçası bu da daha büyük bir dikkatle okumamı sağladı. Kitaba başladığım gibi baş karakterin sürekli babasıyla bu kadar detaylı ilgilenmesi aklımda hemen ne iş yaptığı sorusunu aydınlattı. Sonrasında bunun mantıklı bir cevabını alabildim.
Anadolu insanın gündelik hayatına çok naif ve doğal değinilmişti. Anlatım konusunda beni arada bir bozan tek şey bazı cümlelerdeki yapı bozukluğuydu. Bu sayede bazen aynı cümleyi tekrar okumak durumunda kaldım. Sanırım yazar kaleminde bu tarz cümleleri arayı serpiştirmeyi de tercih ediyor. Öykü kurgusuna gelirsek elimden bırakmadan okudum. Hem baş karakterle babasının ilişkisi nereye varacak hem de şu Denizli yolunda her seferinde aynı süratle yanında koşan atın manası nereye varacak derken sayfaları heyecanla çevirdim. Gözümde çok farklı bir kitaptı çünkü ölüme bugüne kadar hiç bilmediğim bir şekilde değindiği oldu. Özellikle o birkaç cümleyi okuduktan sonra ben de öylece kaldım. Kitabın ismini kesinlikle bir olaya bağlıyorum fakat tam olarak aklımdaki midir emin değilim. Bana sorarsanız itiraf edeyim; sonunda bazı sorularım havada asılı kaldı. O beyaz gömlekli çocuğun kim olduğunu tahmin etmek de bize kaldı. Yazarı okumaya kesinlikle devam edeceğim. Hem öykü kurgusu hem de anlatım tarzı benim büyük beğenimi kazandı. Ayrıca kitabın dili, baba-oğul ilişkisi ve sonunda üstüme bir hüznün oturmasını sağlayan satırlarıyla hafızamdan çıkmayacak bir kitap oldu. Baştan sona uzanan büyük bir hevesle okuma şevkim aynı atın yol aldığı gibi sürat kesmedi. Sadece içimde hafif bir eksiklik var kitaba karşı. Bunun dışında kesinlikle öneririm.
Continue reading Kuşlar Yasına Gider - Hasan Ali Toptaş | Kitap Yorumu
,

Ölmek İçin On Üç Sebep - Jay Asher | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Ölmek İçin On Üç Sebep
Orijinal Adı: 13 Reason Why
Yazar: Jay Asher
Yayınevi: Artemis
Sayfa Sayısı: 315
Goodreads Puanı: 4.05/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Geleceği stop tuşu ile durduramazsınız.
Geçmişi geri saramazsınız.
Sırrı öğrenmenin tek yolu
... play’e basmak.
Hannah Baker ölmeden önce birkaç kaset doldurmuştu. İntiharının nedeni olarak gördüğü kişilerin adları bu kasetlerde gizliydi.
ClayJensen, Hannah’nın doldurduğu kasetlerle ilgili hiçbir şeye karışmak istemiyordu. Hannah ölmüştü. Sırları da onunla birlikte gömülmeliydi.
Ancak Hannah’nın sesi, Clay’e kasetlerde onun da adının geçtiğini söyledi. Clay gece boyunca kasetleri dinledi.
... Öğrendiği şey, hayatını sonsuza dek değiştirecekti.
ClayJensen’ın ilk aşkının son sözleri.

Öyle harika bir kitaptı ki hatırladıkça hala öfke ve dram hisleri arasında gelgit yaşıyorum. Bir insanın çaresizliğini okurken hislerle o kadar derinden savruldum ki bu kadar geciktirdiğim için deli gibi pişmanım. Baştan sona elimden bırakmadan okudum. Önce asıl merakım kasetlerde Clay'in isminin geçmesiydi ama daha sonrasında arkası daha karışık bir olay örgüsüyle karşılaştım. Adım adım Hannah'ın yaşadıkları beni de yaktı. Son bölümlere kadar hislerimi geçiştirmiştim ama özellikle yedinci kasetin A yüzünü bitirirken içimde bir şeyler dalgalandı. Bahsi geçen şiir desen ayrı duygusaldı. Hem ailesine değindiği hem de yaşadıklarını yansıttığı her cümle mükemmeldi. Benim gözümde kesinlikle şaheser değerinde bir kitap. Bu tarz filmleri izlemeyi zaten ayrı severim fakat kitabının böyle mükemmel bir kurguda önümüze serilmes daha farklı bir heyecanla okumamı sağladı. Her taşın altından başka bir şey çıkması ve Hannah'ın hayatına giren herkesin farklı bir halt olmasıyla dram tadında insanı öfkeden titreten bir kitaptı. Özellikle de kitabın sonunun çıkacağı kapıyı biliyor olmanız ve bu sonu değiştirmek için çırpınma hissiyatı başka bir heyecandı. Bir an önce kesinlikle okumanızı öneriyorum. Dişlerinizi sıkarken gözlerinizin dolmasına hazırlıklı olun.

Continue reading Ölmek İçin On Üç Sebep - Jay Asher | Kitap Yorumu
,

İki Şehrin Hikayesi - Charles Dickens | Kitap Yorumu

Kitap Adı: İki Şehrin Hikayesi
Orijinal Adı: A Tale of Two Cities
Yazar: Charles Dickens
Yayınevi: Koridor
Sayfa Sayısı: 464
Goodreads Puanı: 3.8/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Adaletin intikam duygusuyla özdeş olduğu ve masumla suçlu arasında neredeyse hiçbir ayrımın gözetilmediği, tarihin akışını değiştiren Fransız İhtilali’nin gölgesinde kalemini sivrilten Dickens’ın ‘yazdığım en iyi hikâye’ dediği bir başyapıt İki Şehrin Hikâyesi…
On sekiz yıl boyunca Paris’te suçsuz yere hapis yatıp akıl sağlığını yitiren Dr. Manette, eski bir dostunun yardımıyla, öldüğünü zanneden kızı Lucie’ye kavuşur. Londra’da hayatlarına devam eden baba kız, beş yıl sonra vatana ihanet suçundan yargılanan genç Fransız Charles Darnay için Paris’teki mahkemeye tanık olarak çağrılırlar. Aristokrat bir aileye mensup olduğu halde, her zaman ezilen halkın yanında yer alan Darnay ile zeki olmakla birlikte dünyadaki hiç kimseyi ve hiçbir şeyi umursamayan soğuk mizaçlı avukatı Syndey Carton'un yolları Lucie'ye duydukları aşk yüzünden kesişir ve iki genç adam giyotinin ölümcül gölgesi altında, kaderlerine doğru sürüklenmeye başlarlar.

Uzun zamandır öyle merak ediyordum ki meşhur İki Şehrin Hikayesi'nden bahis açıldığında "ben de okudum" cümlesini ne zaman telaffuz edeceğim diye beklerken işte sonunda gerçekleştirdim bu dileğimi. Öncelikle kitap çok ama çok güzeldi. Bana göre kitabın son yüz sayfası bir yana, diğer yarısı bir yana. Tüm kitap boyunca karmaşık olaylara anlam vermek için kendimi öyle zorladım ki satırları tekrar tekrar okudum. Upuzun paragrafları boğucu değilmiş gibi bir de üstüne üstlük bir bölüm içinde tek bir karakterden bahsedilirken ismiyle ayrı soyadıyla ayrı cümle kurmaları fena halde bocalamamı sağladı. Detaylı özet ve karakter özelliklerini okuduktan sonra ancak aklımda bazı şeyler rayına oturdu. Bunun ardından yine de kitabı bağrıma basamadım. Böyle meşhur bir eseri beğenemeyeceğim diye üzülmeye başladım hatta.
Her ne kadar Lucie ile babasının öyküsüne dahil olan Darnay ve Syndey'i bir zamandan sonra mantıklı bir şekilde okusam da eser sürekli kafamı karman çorman etmeyi bir türlü bırakmadı. Mahkeme olayların kitaba giriş yapmasının ardından kitabın ana konusunu oluşturan aristokrat ailenin ardında yatan sırrı okumamla beraber kitaba sarılmaya başladım. Bununla birlikte her şey öyle dokunaklı ve mükemmel bir anlatımla ilerlemeye başladı ki son yüz sayfa sayesinde kitabın harika olduğuna rahatlıkla kanaat getirebildim. Ayrıca bu boğuculuk arasında koca kitap boyunca okuduğumuz karakterleri yavaş yavaş ne kadar sevdiğimi sağlayan da sonlara doğru yaptıkları karşısında bir anda duygu yoğunluğuyla gözlerimin dolmasını sağlayan hislerdi. Kitabın sonlarına doğru elbette gözlerimin dolmasına eşlik eden hafif bir ağlamayla bitirdim son satırları. Uzun ve ağır öykü kurgularına sahip klasikleri okumak beni baya zorluyor ve bu kitapla beraber bu zorluğu kırmaya başladığımı hissediyorum. Henüz okumadıysanız cüret ettiğiniz gibi bir an önce elinize alın. Evet, kesinlikle sabır ve ilgi istiyor. Fakat son satırları okurken emin olun bir şeyler kalbinize dokunmayı gerçekten başarıyor.
Continue reading İki Şehrin Hikayesi - Charles Dickens | Kitap Yorumu
,

Yedi Kız Kardeş - Lucinda Riley | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Yedi Kız Kardeş
Orijinal Adı: The Seven Sisters (The Seven Sisters #1)
Yazar: Lucinda Riley
Yayınevi: Pegasus
Sayfa Sayısı: 552
Goodreads Puanı: 4.17/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Aşk mesafe tanımaz. Kıta nedir bilmez. Yıldız misalidir gözleri…
Dünyanın dört bir yanından evlat edinilerek bir araya gelen ve isimlerini yıldızlardan alan yedi kız kardeşin öyküsü
Kız kardeşlerin en büyüğü ve en güzeli olan Maia D’Aplièse, onları bebekken evlat edinen babalarının yanından ayrılmaya hiç cesaret edememiştir. Bir arkadaşını ziyaret ettiği sırada babasının ani ölüm haberini alır ve bütün acısına rağmen kız kardeşlerini bir araya toplar. Yaşadıkları şaşkınlığı başka sürprizler de izler. Babaları cenaze töreninin onlar gelmeden düzenlenmesini vasiyet etmiş ve her birine onları evlat edindiği topraklara götürecek gizemli ipuçları bırakmıştır. Parçaları bir araya getiren Maia çok geçmeden kendini Brezilya’da, acılarla dolu yasak bir aşkın izlerini sürerken bulur.
1920’lerde Brezilya sosyetesinin en güzel kızlarından biri olan Izabela Bonifacio, babasının isteği üzerine soylu bir adamla evlenmek üzeredir. Oysaki âşık olmadığı bir erkekle evlenmenin değil, hayatı keşfetmenin hayallerini kurmaktadır. O sırada Brezilya’nın ünlü Kurtarıcı İsa Heykeli’ni tasarlamaya başlayan aile dostları Heitor da Silva Costa, Paris’e doğru yola çıkacaktır. Izabela kaderine boyun eğmeye razı olmuştur fakat düğünden önce babasından tek bir isteği vardır; da Silva Costa ailesiyle birlikte Avrupa’ya gitmek ve Paris’i görmek… Fakat aşk en yanlış zamanda, en beklenmedik yerde ve en yıkıcı haliyle çıkar karşısına. Genç ve yakışıklı heykeltıraş Laurent Brouilly, Izabela’nın kaderini sonsuza dek değiştirmek üzeredir. İki âşığın yürek burkan hikâyesi ise onlardan seksen yıl sonra haberdar olan Maia’nın geçmişini yavaş yavaş aydınlatmaya başlamıştır.
Yüreğine ihanet etmek ile ailesine ihanet etmek arasında kalan bir kadının, aşkın zaman ve mekân tanımadığını kanıtlayan hüzünlü hikâyesi… 
Olağanüstü derecede harika bir aşk romanıydı. İlk sayfasından beri nasıl seveceğimi tahmin ettiğim için sadece bir kere aynı heyecanla okuyacağımı bilmek daha da heyecanlanmamı sağladı. Salt Baba'nın altı kızı evlat edinmesiyle başlayan hikaye; onun ölümünün ardından altı evlatlık kızının babalarının yanında büyüdükleri evde bir araya gelmesiyle giriş yapıyor. Altı kız kardeşten hepsi zamanla Salt Baba'nın yanından uçup giderken sadece Maia, Atlantis'te babasının yanında kalıyor. Maia'nın da geçmişine dair sakladığı ağır ve acı bir sırrı var fakat bunu ancak çok ilerde öğreniyoruz. Salt Baba'nın vasiyeti de altı kızının bir araya gelmesinden sonra açıklanıyor. Her kızına onları nereden aldığına değindiği bu mektuplarda henüz ilk kitap olduğu için sadece Maia'nınkine şahit olabiliyoruz. Maia harika bir karakterdi. Öyle duygulu, öyle güzel ve öyle sıra dışıydı ki keşke onun ağzından daha kalın bir kitap okuyabilseydim. Maia'nın aslen nereden alındığını öğrendikten sonra bir anda büyük acılara şahit olmuş mükemmel bir aşk hikayesini okumaya başlıyoruz. O aşk bana öylesine dokundu ki aslında hikayeye çoktan veda edip Maia'nın yaşamına döndüğümüzde gündelik satırlar bile sıcak gözyaşlarımı durduramadı. Izabela'nın aşk hikayesi öyle güzel ve dokunaklıydı ki okudukça insana "sen olsaydın ne yapardın" sorusunu defalarca kez ısrarla sordurup cevabı karşısında suspus kalmamı sağladı. Ayrıca her aşk hikayesinin bir çılgınlık yapıp peşinden gitmek kadar kolay olmadığını ve insanın nasıl fedakarlık yapabileceğini o kadar güzel ve insanı yakan şekilde değinmişti ki hikayelerini düşünmek hala burnumu sızlatıyor.
Rio'da günümüzde de yerini alan meşhur Kurtarıcı İsa Heykeli'nin öyküde geçiş şeklinin aslında tamamen doğruya dayanması ve aynı şekilde kitaptaki karakterlerin çoğunun gerçek hayatta olduğunu öğrenmek de şaşkınlığa uğramamı sağladı. Bunun yanı sıra Maia'nın da kan bağı olan ailesinin sır perdesini aralarken gerçek hislerle savrulduğu yeni bir aşka yelken açmasını izliyoruz. Kitapta altı kız kardeşe değinildiği halde serinin adının neden yedi kız kardeş olduğunu da ilerideki ya da belki de ancak son kitapta okuyacağımız da meçhul bir durum. Yazarın diline değinmeme gerek var mı emin değilim ama betimlemesi, anlatım tarzı ve kitabın tamamı öyle harika bir kaliteyle bütünleşmiş ki kalemini kutluyorum. Uzun zamandır aradığım aşk romanı tadını nasıl buram buram alıp kısa süreliğine doymuş olsam da yazarın diğer kitaplarını da en kısa sürede büyük bir şevkle okuyacağım. Ayrıca serinin devamında diğer kız kardeşlerin öykülerini yakından okuyacağız. Ally'i henüz ilk kitaptan sevdiğim düşünülürse ikinci kız kardeşin kitabı için nasıl sabırsızlandığıma değinmeme gerek yok. Muhtemelen kitabı gördükçe yüzümde buruk bir tebessüm oluşacak her seferinde. Sadece okuyun ve nefes kesen bir aşk romanına hazır olun.
Continue reading Yedi Kız Kardeş - Lucinda Riley | Kitap Yorumu
,

Bir İz Bırak - Veronica Roth | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Bir İz Bırak
Orijinal Adı: Carve the Mark
Yazar: Veronica Roth
Yayınevi: Artemis
Goodreads Puanı: 
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Şiddetin ve zulmün hüküm sürdüğü bir gezegende, herkesin
bir kaderle ayrıcalıklı kılındığı bir galakside, herkese bir akımarmağanı bahşediliyordu ve bu, geleceği şekillendirecek, kişiye özel bir güçtü. İnsanların çoğu için bu akım-armağanlar birer lütufken, Akos ve Cyra içinse durum farklıydı; armağanları, onları
başkaları tarafından kontrol edilebilir kılıyordu. Armağanlarının, kaderlerinin ve yaşamlarının kontrolünü ellerine geçirerek galaksideki güç dengesini değiştirebilecekler miydi? 
Akımdan beslenen bir galakside, herkese bir armağan düşüyor.
Cyra, Shotet halkını yöneten zalim bir hükümdarın kardeşiydi. Cyra’nın akım armağanı ona acı ve güç veriyor ve ağabeyi, bu armağanı, düşmanlarına işkence etmek için kullanıyordu. Ama Cyra, ağabeyinin elinde bir bıçak olmaktan çok daha fazlasıydı. Sağlamdı, hızlıydı ve ağabeyinin sandığından çok daha zekiydi.
Akos, buzlarla kaplı ve barışçıl ulus gezegen Thuve’li bir çiftçi ile kâhinin oğluydu. Sıra dışı akım-armağanı tarafından korunan Akos, ailesine sınırsız bir sadakat besliyordu. Akos ve kardeşi,
düşman Shotet askerleri tarafından esir alınınca, Akos, ağabeyini oradan canlı olarak çıkarmak için elinden geleni yapacaktı. Ne pahasına olursa olsun. Derken Akos, birden Cyra’nın dünyasına girdi. Ülkeleri ve aileleri arasındaki düşmanlık aşılamaz görünüyordu. Hayatta kalmak için birbirlerine yardım mı edeceklerdi, yoksa birbirlerini yok mu edeceklerdi?
Bir İz Bırak, beklenmedik armağanlarla dolu bir galakside, arkadaşlığın -ve aşkın- gücü üzerine sarsıcı bir roman.
İçimdeki büyük heyecanı gerçekten hak eden bir kitaptı. İlk baştan yarıya kadar bayılarak okudum. Girişi, ilerleyişi, okuduğumuz kurgusu ve karakterleri anlatış şeklini çok beğendim. Öncelikle benden en büyük artıyı alan bahsi geçen dünyanın acımasız olmasıydı. Kitapta ana kurgu sadece iki ülkeyi anlatıyor ama aslında başka sistemler de mevcut. Ayrıca içerdiği ana konu ergenliğe girmekle beraber karakterlerin gelecekteki kaderlerini pat diye öğrenmelerini ve onlara hediye edilen akım-gücüne kavuşmaları bana çok farklı geldiği için kesinlikle artı puan kazandırdı. Diğer okuduğum kitaplarda olanın aksine bu kurguda ana karakterler koyu ya da orta esmer tenli yazılmaktan çekinilmemişti. Ayrıca zalimlikle yönetilen kısmın fakir fakat diğer kesimin zengin olması da ayrı farklıydı. Kitapta Cyra'nın akım-gücünü öğrenmekle bir durgunluk yaşadım ve beğeneceğim hissi içimde tohumlandı. Cyra'nın yanı sıra Akos'un akım-gücünün de Cyra'nınkinin zıttı olması elbette güzel bir heyecanlanmamı sağladı. Cyra'ya bayıldım çünkü aşırı güçlü, karamsar, acı çeken ve insanı empati kurmaya çalıştığında mahveden türden bir karakterdi. Akos ise diğer yandan naif ama abisine olanlar sonucunda kaderini öğrenmesiyle birlikte gitgide sertleşen bir karakterdi. Akos ve Cyra'yı birbirine bağlayan ortak nokta ise tatlı bir iç çekişle satırlarda meraklı gözlerimi gezdirmemi sağladı.
İlk yarıya kadar harikaydı. Hatta o kadar güzeldi ki ben bile şaşırdım. Karakterler hakkında çok fazla detaya girilmişti ki bu yüzden ilk yarının olaylar bakımından çok dolu dolu olduğu söylenemezdi ama ikisi arasında ilerleyen tüm her şeyi bayılarak okudum. Fakat, evet hüzünlü bir fakat burada söz almak zorunda. Çünkü ilk yarıda her şeyi "ne de olsa bunlar sonradan ortaya çıkar" dediğim için geçiştirerek okumuştum ama karakterler hakkında ciddi yanlışlar vardı. Akos'un ilk başta öğrenmediği bir dili konuşmasının nedenini okuyamadık. Akos'un akım-gücünün acı çekmemek olmamasına rağmen aslında güçten düşmediği zamanlarda aynı şekilde koluna yara izi bırakmasının sonucunda acı duyması ne yazık ki absürttü. Yazar buraları biraz geçiştirmişti. Asıl geçiştirmekten bahsetmişken nefesimi tutmuş içim titreyerek bölümü okuduğumu farz edin ve tam burada -kitabın yarısını karakterler konusunda detaya boğan- yazarın bir anda gelmiş geçmiş en heyecanlı ve nefes kesen yeri pat diye önümüze serdiğini tahmin edin. Bölüm bitiyor ve sonrasında Akos bambaşka bir yerde, Cyra'dan haberimiz yok. Akos'un o yere nasıl geldiği parça pirçik anlatılmış ve bu olay beni ciddi sinirlendiren ilk şey oldu. Daha sonrasında her ne kadar toplamaya çalışsa da gidişatın bu kadar hızlı apar topar devam etmesi de beni rahatsız eden ikinci şey oldu. Biraz daha sineye çekerek, daha detaylı değinilmesini dilerdim. Akos'un tüm bölümlerinde üçüncü şahıs yazılırken "dedim" fiilinin geçtiği yerlerde ya yazar bizi denedi ya da ciddi anlamda hızlı yazmaktan aklı bulandı. O fiilin orada defalarca kez geçmesi çok absürttü çünkü okuduğumuz bölüm içinde hem Akos'dan üçüncü şahıs olarak bahsediliyor hem de Akos kendi ağzıyla "dedim" diyordu. Kitabın sonlarına gelirsek benim ilk baştan beri yani Cyra'nın abisini tanıdığımdan bu yana okumak istediğim tek bir bölüm vardı. Cimri yazar bana bunu vermedi ve hala çok kırgınım. Önce bunu bana ciddi anlamda hiç vermeyeceğini kavrıyordum ki sağolsun yan çizdi. Ayrıca aslında okuduğumda beni önce öfkeye boğan ama sonra cesaret gerektirdiği kanısına vardığım bir kısım var. Yazar karakterlerde fiziksel değişikliklerde hasarlar vermeye ya da değişiklik yapmaya pek gocunmuyordu ve bu beni önce çok sinirlendirdi. Ama sonrasında bahsettiğimiz kurgunun gerçekten acımasız bir dünyada geçmesini göze aldığımızdan bunu yapmasını çok mantıklı buldum. Değindiğim gibi sonlarına doğru olayların çok hızlı ve üstünden geçtiği oldu. Akos ve Cyra arasında geçenler yine çok güzeldi ve zaten kitap boyunca okumayı en çok sevdiğim şeylerin başında geliyorlardı. Özellikle son iki bölümü gerçekten çok güzeldi. Hem Akos'un hem de Cyra'nın beklenmedik bir şeyler öğrenmeleri ikinci kitap konusunda sabırsızlanmamı sağlıyor. Evet, tam anlamıyla mükemmel değildi ve eleştirdiğim yerler mevcut ama harika bir kitaptı. O yüzden kesinlikle elinize alın. Hala kalite kokan bir kitap olduğu konusunda ısrarlıyım. Benim kadar beğenerek okumanız dileğiyle.
Continue reading Bir İz Bırak - Veronica Roth | Kitap Yorumu

22 Şubat 2017

,

Kılıçların Dansı 3. Bölümü

3. Bölüm
   
   Bu cüreti nereden bulduğum hakkında o an kafamı toplamaya vaktim yoktu. Saniyeler önce ölümle burun buruna gelen soylu bir asilin önüne dikilmiş bu suikastı durdurmam yetmezmiş gibi hala onu korumak için tüm vücudumla siper olmuştum. Siyahlara bürünmüş adamın gözlerine öyle bir susuzluk yer etmişti ki bu nefretin arka perdesini çok merak ediyordum. Tüm bahçe ölüm sessizliğine bürünmüş, tüm kafalar benim olduğum tarafa dönerek nefesler tutulmuştu. Bu sükûtu bozabilecek tek kişi yine ben gibi görünüyordum. Kılıcımı kesik açmasını engelleyecek kadar boğazına bastırmaya devam ettim. “Kılıcını yenine geri sok.”
   Bu bakışma süresinin gitgide uzaması boğulmamı sağlıyordu. Bir an önce tüm bu karmaşıklığın sona erip adamın güvenli ellere teslim olmasını istiyordum. Herkes put kesilmişken sonunda bir şeyler hareketlendi. Karşımda oturan muhafız olabileceği en hızlı şekilde ayaklandı ama suikastçı çoktan fark etmişti. Kılıcını tamamen yeninden çıkarmaya yeltenirken muhafız bir kolunu sabit bir sertlikle kavradı. O galeyanla babamın en büyük kuralını örtbas ederek gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Muhafızın adamı kavramasını gördüğüm saniye kılıcımı indirmeye başlamıştım. Öyle ani bir hareketle boştaki elindeki kılıç bana doğru hamleyle hareketlendi ki geri doğru havalandığımda sol omzuma saplanan acıyla beraber arkamdaki sert gövdenin üzerine yapışırcasına hızlı bir düşüş yaptım. Boynumla sağ omzum arasında ince deri alev alev yanarken o sert yastığın üzerinde ters çevrildim. Pahalı baharat kokularıyla harmanlanmış parfüm kokusu burnumu doldururken başım iznim olmadan o sıcak boyna sokuldu.
   Alt dudağımı kuvvetlice ısırırken tereddütlü parmaklar kanın peyda olduğu yere tırmanıyordu. Ağzımdan acı dolu bir nida koptu. Sıkıca tutunduğum bedenle beraber ayağa kalktığımda henüz kendi gücümle durabilecek halde değildim. Sanki acısını gidirebilecekmişim gibi iki elimi de çekip boynuma bastırdım. Hiçbir şeye tutunamayan bedenim havada koyarken o kokunun yoğun bir şekilde burnuma çarptığı kucağa alınıyordum. Sarsıntım az çok geçtiğinde gözlerimi aralamaya başladım. Ellerim hala boynuma sabit etrafı izliyordum. İç gösteri salonuna taşınıyordum. Oyuncak bebek gibi koltuğun üzerine serildim. Etrafımı çevrelemiş onlarca kafa midemi daha beter bulandırıyordu. Yaramın ne derece olduğuna karar vermeye çalışan sesleri bölük pörçük anlayabiliyordum. İyice kendime gelmeye başladığımda bakış açıma giren ilk şey dakikalar önce beni hayranlıkla izleyen gözlerin tedirginlikle titremesiydi. Alnından aşağı terler süzülüyordu. Kafamı indirip baktığımda boynumdan aşağı süzülen kanın mükafatı olarak buz mavisi elbisem gitgide bordo rengine bürünüyordu. Yaramın üzeri kapandı ve acıyı hafifleteceği sanılan cümleler mırıldanıldı.
   Nihayet kulağımın uğuldamasına son verip acıya katlandığım halde her şeyin farkına varmaya başladığımda kendime geldiğimi idrak ettim. Elimi aldığım kesiğin üzerine getirdiğimde kılıcın oldukça hassas bir yer olan boynumla omuzum arasına isabet aldığını görmek içimi ürpertti. İstese o kılıç darbesiyle boynuma ölümcül bir darbe sallayabilirdi. “Ben iyiyim.” diye fısıldadım kuru boğazımın el verdiğince.
   Etraf dağılmaya başladığında koltukta bacaklarımı sarkıtmış boynumun el verdiğinde eğilmiş halde oturuyordum. Ellerim başımın arasında el mahkum hücum eden vızıltıları dinliyordum. Maliye Veziri’nin oğlunun hayatını kurtarmıştım ama bunun yanında dans gösterisini kaosa sürüklemiştim. Suikastçıyı fark etmemiş gibi dans gösterisini yerimde tamamlamaya devam etmemin hiçbir anlamı yoktu. Suikastçının hedefini gerçekleştirmesiyle bahçe zaten kan gölüne dönecekti. Tekrar ve tekrar kendime yanlış bir şey yapmadığıma inandırdım. Bay Sergei de bir bakımdan Maliye Veziri’nin oğlunun hayatını kurtarmıştı. Babası bu yüzden minnettar olmalıydı. Bay Sergei beni dans gösterisinden çıkarmamış olsaydı muhtemelen az önce olanların tam tersi gerçekleşecekti. Herkesin gözü sahnede dans edenleri izlerken oradan oraya oynuyordu. Böylece sinsice masaya kalkışan karartırın öylesine hareket eden bir muhafız olduğu sanılmıştı. Bir yandan da aklım almıyordu. Maliye Veziri diye gözümüzde büyüttüğümüz adam oğlu için en mühim günde sıkı bir tedbir almamış mıydı? Ne olursa olsun o suikastçı nasıl içeri girebilirdi?
   Freida’nın ismimi bağırmasıyla düşüncelerimden koptum. Bilincim yarı kapalı getirildiğim salon baştan sona parıltılarla döşenmişti. Perdeler, camlar, kirişler, ahşaplar, zemin ve diğer her yer altın parıltılarıyla süslüydü. Maliye Veziri’nin oğlu pencereden dışarı bakarak bahçeyi izliyordu. Kucağında taşınırken ağzından çıkan telaşlı sorular haricinde ağzından henüz hiçbir şey duymamıştım. Vezirin oğlunun yanında orta yaşlı bir adam dikilmiş ona bir şeyler söylüyordu. Salonun kocaman olmasına isnaden bir de fısıltıyla konuşmaları seslerinin vızıltıdan farksız çıkmasını sağlıyordu. Hoş aklımda durmaksızın bir şeyleri tartmakla öylesine meşguldüm ki onlara kulak kabartmaya yeltenmemiştim.
   Freida yanıma oturup kollarını sıkıca bana doladı. “Sana bir şey olacak diye öyle korktum ki!”
  Sırtını sıvazladıktan sonra geri çekildim. “Ne zaman buradan çıkacağım Freida? Hava kararmadan evde olmam gerek.”
   “Babam Maliye Veziri ile konuşuyor. Birazdan Bay Sergei de burada olacak.”
  Yenilmiş omuzlarım düşerken dudaklarımı büktüm. Freida da olacakları bildiği için daha fazla konuşmadı. Bir dakika geçmeden Bay Sergei ve birkaç kişi içeri girdiğinde yerimden kalkmaya yeltendim fakat baş ağrım öylesine şiddetliydi ki Freida’ya tutunmadan ayaklanamadım. Başım dönmeye devam ediyor, istifra etmemek için düzenli nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
  Bay Sergei’nin içeri girmesiyle birlikte pencerenin önündeki orta yaşlı adam bana tek bir kez bakmadan salonu terk etti. Vezirin oğlu da onun ardından yürüyordu ki kendimi tutamadım. Bana tek bir minnet dolu cümle söylemeden yanımdan değersiz biriymişim gibi defolup gitmesi öfkemi katlıyordu. Freida’nın kolundan çıkıp ona doğru yürümeye başladım fakat baş ağrımın  şiddeti yüzünden soğuk ellerimi şakaklarıma bastırdım. “Bana teşekkür etmeyecek misiniz?”
   Yüzünü bana döndüğünde gözlerindeki kararsızlık öyle yoğundu ki bir daha benim karşımda aynı ışıkla parlamayacakları çok belliydi. Tek bir kelime etmeden yürümeye devam etti. Kızgınlığım bir kat daha arttı. “Ölmene razı olup dansıma devam edebilirdim ya da senin yerine ben ölebilirdim.”
  Kapıya varmadan önce duraksadı. “O halde bu vakadan ufak bir sıyrıkla kurtardığın için şükretmelisin.”
   Ona doğru hışımla yürürken Bay Sergei beni zapt edecek kadar sertlikle kolumu kavradı. Olduğum yerde sendelerken kolundan kurtulmak için onu ittim.
  Kafasını kaldırdığında gözlerindeki fırtına öfkemi söndürmeye yetmedi. Vezirin oğlunun küstahlığıyla vücudum titriyordu. Bu yetmezmiş gibi omzumdaki kesiğin acısı iç yanağımı ısırmaktan kanattıracak kadar acı veriyordu. Dikkatimi başka bir yere vermeye çalışırken Bay Sergei karşıma dikildi. Yanında bir diğer kabusum olan elbiselerin naif sahibi Bayan Shaharih dikilmiş inanamaz gözlerle beni izliyordu. Kalbim deli gibi atıyordu ama bu sefer bunun sebebinin daha deminki iğrenç küstahlığın üzerine karşımdaki iki kızgın surat olduğunun farkındaydım. Başımdaki ağrı, midemden dışarı atılmak için ısrar eden istifraya omzumdaki acının eklenmesiyle gözlerim kapanmaya başladı. Yüksek okta bir kadın sesi bir anda tüm salonda yayıldı. Ama bu ses öfkeden uzak tanıdığım en yumuşak bakışlı adam tarafından engellendi. Kelimelerle başladığı hiddetini cümleye dökmeyi lüzumsuz bularak beni omuzlarımdan yakaladı. Saplanan acıyla beraber artık uyuşan gözlerimi açabilecek gücü zar zor buldum. Daha kafamı kaldırmama fırsat vermeden sanki onca nazik notayı çalan parmaklar ona ait değilmişcesine yüzüme okkalı ikişer tokat patlattı. Arıların bala hücum etmesi gibi beynime öyle bir zonklama yayıldı ki başımın iki tokatla savrulması misali bacaklarım da yerden havalanıp beni dizlerimin üzerinde yalnız bıraktı. Sonrasında yaşlarla dolu gözlerimi kısarak gidişatı izlemek için çabaladım. Konuşmak için vermem gereken uğraşın ağırlığı dilime her saniye yeni bir mühür vuruyordu. Tırnaklarımı avuç içlerime saplayacak kadar ellerimi sıktım. Titreyen gözlerime eşlik eden rezil gözyaşlarıyla, “Vezirin oğlunun suikasta kurban gitmesi pahasına dans etmeye devam etmemi mi bekliyordunuz?” diye bağırdım. Biraz sonra ağır bir uykuya dalacağımın vaadi verilmiş gibi bundan güç toplayarak sesimi yükseltmeye devam ettim. “Böylece elbise kana bulanmayacak, dans gösteriniz mükemmeliyetine kavuşacak ve tüm bu koşuşturmanın sahibi göz önünde can mı verecekti?” Tam da o an bu dünya üzerinde böylesine ağır bir nefreti Bay Sergei’den başka hiç kimseye hissedemeyeceğimi kavradım. Ondan iliklerime kadar tiksiniyordum. “Salyasıyla asillerin paçalarını yalayan bir köpekten farksızsınız.”
   Aynı o akşam babamın kelimeleri ağzına sığdıramaması gibi, “Sen… sen…” diye ölümcül bir tehlikeyle fısıldadı. Konuşmanın onun için yetmeyeceğini anlayarak üzerime doğru yürümeye başladı.
   Kılıcın güvence veren çıplak sesiyle Bay Sergei olduğu yere mıhlandı. “Sakın bir adım daha atma.” diye emretti tanıdık bir ses.
   Bay Sergei gözlerine yerleşen korkuyla geri çekildi. Demirin pas kokusu burnumu sızlatırken tanıdık bir genç tarafından güvenle sarmalandığımı fark ettim. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Rapid beni kucağına almak için ileri atıldığında Bay Sergei yine yılan ağzını açtı. “Dansın karşılığında sana yapacağım tüm ödemenin karşılığını kuruşu kuruşuna bana borçlusun. Gösterimi mahvettin ve elbisenin ücretini ancak haftalarca köşkümü temizleyerek karşılayabilirsin.” Öfkesinin yansıdığı boğuk sesiyle konuşmaya devam etti. “Bir an önce defol yoksa gösteride yer aldığın haberini sen itiraf etmeden babana ben uçuracağım.”
   Rapid’in kucağına alınırken vücudum tüm direncini kaybetmek üzereydi. Suratımda alaycı bir tebessümle titrek gözlerimi son kez açarak aynı tonla, “Köpek,” diye tısladım. Boğazım kupkuru olmasa suratına tükürmeyi öylesine güçlü arzu etmiştim ki.
   Ardından gözlerim kapandı ve serbest ellerimi her yerime batan ağrılarımla artık acısı fark edilmeyen boynuma koydum. Rapid kapının eşiğinden geçerken dikkatle ağır ağır taşıdı beni. Öyle yavaştı ki burnuma tekrar aynı baharatlı koku takıldı. Vezirin oğlunun tüm bunları arkamızda durup izlediğini idrak etmem bana hiçbir şey hissettirmedi. Sadece bir insanın daha ne kadar haksızca rezil olabileceği ihtimalini sorgulattı. Tek bir kez önemli bir hayatı kurtarmak pahasına elime kılıç almıştım fakat ne hayatını kurtardığım asil minnettarlık duyuyordu ne de sayemde övgüler toplayan adam bana hak ettiğim sözleri armağan ediyordu. Sıcak bir kucakta adım adım taşınırken iki çift zümrüt gözün beni acımayla dalgalanan duygularla izlediğinden adım gibi emindim. O soylu yılan ağzından nereden öğrendiğini bilmediğim ismim yükseldi. Rapid beni merdivenlerden aşağı indirmeye başlamıştı. Uzun süre kendime gelemeyeceğimi bildiğim uykuya doğru sıkı bir iple tatlı tatlı çekiliyordum. Kirpiklerim titredi ve nihayet tüm acılarımdan uyuşarak uzaklaştım.
   Kabuslarım yorulmaksızın birbirini kovaladı. Kendimi en yüksek köşklerden aşağı atıyordum, babam omzumla kolum arasındaki yara alan yere daha büyük bir sancıya neden olan başka bir darbe indiriyordu, vezirin oğlu karşıma geçmiş küçümser bakışlarla beni inceliyordu, Bay Sergei yılmaksızın tekrar tekrar suratıma ateş parçası tokatlar yapıştırıyordu. Hatta bir ara ejderhaları görecek kadar ileri gitmiştim. Fakat bu kabusların hiçbirinde nefes nefes uyanmıyordum. Uzun bir karanlık hissinden sonra bir yenisi başlıyordu. Uykuda olmadığımı anlamadığım zamanlarda gözlerimi açmayayım diye birisi kirpiklerimden çekiyormuşçasına gerçek hayata dönmeye yenik düşüyordum. Sabah olduğunu varsayıyordum, akşam olduğunu varsayıyordum, her uyandığımda yanımdaki kokular değişiyordu. Sabah olduğunu yemek kokusundan anlıyordum, akşam olduğunu babamın is kokusundan anlıyordum. En çok da nasırlı eller omzumu okşadığında gözlerimi açmak için yalvarıyordum ama nafile değildi. O şefkatli kollar sadece yarama dokunmakla kalıyor, arada terden alnıma yapışan saçları geri sıvazlıyordu. Bir kere bile yanıma ilişip yüzüme öpücük kondurmamıştı. Onun aksine Leila geceleri yanı başımda oturuyor, kendime geldiğim çok kısa sürelerde çıkardığı ani nidalarla el işi yaparken parmağına iğneye batırdığını anlıyordum. Kabuslarım gibi günler de birbirini kovaladı. Artık kendime geldiğim kısa sürelerin uzayıp akmasını istiyordum.
   Sayacak kadar farkına varamadığım ertesi günlerin birinde nihayet şafak henüz yeni doğmuşken gözlerimi açtım. Kucağımda hissettiğim ağırlıkla Leila’nın üzerime doğru uyuduğunu anladım. Sıkı kollarından zarifçe sıyrılıp ayaklandım. Evdeki herkes hala uyuyordu. Çekmeceden aynayı çıkarırken kısa kısa nefesler alıyordum. Aynayı kaldırıp suratıma sabitlediğimde bu işlemden sıkıldığımı fark ettim. Babam tokat atmadan önce de hep böyle oluyordu. Ne zaman suratımda hafiften bile sancıyan bir yer olsa talimin ardından eve koşa koşa gider aynaya yapışırdım. Aynısını tekrarlarken bu sefer ihtimalden uzak bir kesinlikle suratımda göreceğim şeyi bildiğimden daha bitkin ve çaresizdim. Gözlerim hemen tırnak izi bulmak için arayışa girdi ama belirli bir çizik yoktu. Parmaklarını çıkaracak kadar bariz bir iz de mevcut değildi. Sadece tokat yediğimin anlaşılacağı üzere yanaklarım fazlasıyla kızarıktı. Sol gözümün altının morluğu artık yeşile çalmaya başlamıştı.
   Aynayı duvara fırlatmak yerine ses çıkarmamak için sakince komidinin üzerine koydum. Günlerdir uyumanın bedeli olarak her tarafım ağrıyordu. Gerinerek odadan çıkarken vücudum isyana bürünerek katur kutur sesleriyle çığlık atıyordu. Sol kolumu kaldırdığım gibi gözlerimi dolduracak ani bir ağrı boynuma saplandı. Ürkek adımlarla elimi yaranın üzerine koyduğumda kendimi yaranın ne hale geldiğini merak etmediğime inandırmaya çalıştım. Acıyı geçirmek istercesine bandajın üzerinden boynumu okşadım. Günlerdir soluduğum toz ve yemek kokusundan uzaklaşmak için dışarı çıktım. Henüz hiçbir evde yaşam belirtisi yoktu. 

Pazara doğru yürürükten alışkanlık olarak önümdeki taş ve çöp yığınlarını kovaladım. Hareket ettikçe vücudum açılıyordu.
   Yeterince temiz hava aldığıma kanaat getirince geri evin yolunu tuttum. Zihnimi boş bırakmak istiyordum ama terzinin dükkanının önünden geçerken kendime hakim olamadım. Vitrinde asılı olan buz mavisi gündelik elbiseyi görünce yaşadıklarım bir anda aklıma üşüştü. Bay Sergei’den yediğim tokatla vezirin oğlunun küçümsemesini zaten unutamıyordum ama asıl başımı kayalıklara vurmamı isteyecek kadar çaresizliğimi hissettiren altına girdiğim borcu hatırlamak oldu. Ben dansın ritmini bozmasaydım bile her şey saniyeler için mahvolacaktı. Bunu bildiği halde sırf bana hak ettiğim ücreti ödememek için dansı bozduğumu savunmuştu. Külliyen haksızdı ve hak ettiğim her şeyi elimden alırken üstüne ona borçlanmamı sağlamıştı. Fakat kime gidip beni savunması isteyecektim? Babamın karşısına geçip olanları itiraf edemezdim. Bay Sergei babama her şeyi söyleyeceğini söylemişti ama o an sadece konuştuğunu biliyordum. Bundan sonra babama herhangi bir şey söylemesi onun yanına artı hiçbir şey eklemeyecekti. Zaten istediği her şeyi söküp almaya kararlıydı.
   Hem her şeyi adaletsizce benim üstüme yıkmış, hem de beni dövmüştü. Bay Sergei ki vücudumda tek bir kızarıklık yüzünden bana hesap sorarken en büyük hasarlardan birini üstümde kendisi bırakmıştı. Bunca haksızlığın üzerine bir de yediğim tokatları tekrar anımsamak içimi yakmaya başladı. Gördüğüm en yakın ağacın yanına görünüşüm bulaşık bir şekilde ulaştım. Ciğerlerim öylesine acıyordu ki ağlamak bile beni rahatlatmayacaktı. Nefeslerimi beceriksizce düzene koymaya çalışırken çoktan yaşlar süzülmeye başlamıştı. Ardından başıma sancılar sokan bir ağlama krizine tutuldum. Bir daha dans edemeyeceğim gerçeği zihnime çarptıkça hıçkırıklarım da yükseldi. O borcu ödememin karşılığının danstan ve tablo modelliğinden kazandığım parayla bile tam karşılaşamayacağı gerçeğinin altında ezilirken elimi yumruk yaparak göğsüme vurmaya başladım. Başıma yüzlerce iğne aynı anda batıyordu.
   “Afrah!”
   Sesi tanıdığımdan yerimden oynamadım. Leila naif kollarıyla bana arkamdan sarıldı. Saçlarımın üzerine ardı kesilmez öpücükler koyarken beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Gözlerimden, burnumdan akanlarla suratım berbat halde olmalıydı. Leila elbisesin etekleriyle göremediği yüzümü silmeye çalışıyordu. Hıçkırıklarım hafifledi ama ağlamamı durduramıyordum.
   Sesi öyle çaresizdi bir umut taşıyordu ki üzüntüsü kalbimi daha çok yıkıyordu. “Her şey yoluna girecek. Tekrar dans edeceksin. Boynundaki izi de kapatacağız.”
   Hışımla dönüp ellerini avuçlarımın içine aldım. “Her şey mahvoldu. Danstan alacağım parayı borçlandım. Hayatını kurtardığım soylu şerefsiz bana minnettar kalacağına az kaldı suratıma tükürüyordu.”
   Akmaya aralık vermeyen yaşlarımı yüzümden siliyordu. “Gerekirse uykumdan azaltıp daha çok elişi yaparım. Daha çok elde dikiş yapıp borcu ödemene yardım ederim. Hem babamdan gizlediğim birikmişim de var.”
   “Hayır!” diye inledim derinlerime kadar beni paramparça eden bir acıyla. “Abla olan benim! Bu sefer de bana ablalık yapmana izin vermeyeceğim.”
   Kederli ifadesi çatlamaya başladığında aniden gözleri doldu. “Ne farkı var Afrah? Ha sen ha ben? Ne olmuş abla olan sensen? Biz kardeş değil miyiz? Sen aynısını benim için yapmaz mısın?”
   Elimi yumruk yapıp tekrar göğsüme vurmaya başladım. Hayır diye sayıklamaya devam ettim. Leila tüm kuvvetiyle elimi kavrayıp beni göğsümü tekmelemekten kurtardı. Daha şiddetli ağlamaya başlarken avuçlarıma aldığım ellerini öpmeye başladım. “Hayatımda bir defa…” Birbirine vuran dişlerim konuşmamı engelliyordu. Alt dudağımı ısırıp bunu durdurmaya çalıştım. “Hayatımda bir defa kendimi abla gibi hissedecektim.” Ellerine tekrar içten öpücükler kondurdum. “Sana dikiş makinası alarak tüm bu acılardan sıyrılmanı sağlayacaktım.” Çaresizlik dolu bir çığlıkla, “Onu bile başaramadım!” diye hıçkırdım.
   Leila yenilmiş bir nefes vererek kollarını sımsıkı bana doladı. Benim şiddetime yetişemese de o da kollarımda ağlamaya başladı. Bir süre orada oturmuş anneleri en sevdiği oyuncağı paramparça etmiş iki küçük kız çocuğu gibi sarılıp ağladık. İlk kimin nefesleri düzene girdi hatırlamıyorum. Sonunda Leila beni yerden kaldırıp eve doğru ilerlemeye başladı. Ona eşlik ediyordum ama hayalet gözlerle yürüyordum.
   Ağzıma koyduğumun tadını almadığım bir kahvaltı boyunca ağzımı açmadım. Babam evden çıkana kadar benimle tek kelime konuşmadı. Elinde olsa yüzüme bile bakmayacaktı ama gözlerinin üzerimde olduğunu hissetmiştim. O kadar uzun süre boş boş yatakta durdum ki farkına varmadığım yeni hasarlarımı keşfettim. Üst üste günlerce kılıç tutmaktan tırnak diplerim kanlanmış, dişlerimin sıkmaktan oluşan ağrısı henüz geçmemişti ve muhtemelen dudaklarım da berbat bir mor rengine çalmıştı. Bunun yanında ayağımdaki kırılan tırnağın alttan yenisi geliyordu. Tüm gün odada oturmak beni daha çok düşünmeye, daha çok düşünmekten delirecek raddeye getirdi. Sırf kafamı dağıtmak için dikkatle Leila’yı izleyip ördüğü kazağın adımlarını ezberledim. Hatta yarın ip bulursam başlayacağımı söyledim. Ne de olsa bundan sonra koşuşturacağım dans provaları yoktu. Babam da hasar aldığıma gerçekten inanmış olmalıydı ki bir süre beni talimlerden rahat bırakmaya karar vermişti. Örgüyü izlemek de bir yere kadar üzerime duvarların gelmemesini sağladı. Üst üste iç geçirerek evde gezinmeye başladığımda nihayet ikindi vaktinin geldiğini fark ettim. Mutfağa koşup içeri girdiğimde annemin hazırlanan yemekleri paketlemeyi bitirmek üzere olduğunu gördüm. Leila’ya tek başıma yapacağımı haber verdikten sonra el arabasına hepsini yerleştirmeye başladım.
   Son paketleri de yerlerine bıraktıktan sonra el arabasını sürerek keyifsiz gözlerle eve dönmeye başladım. Babam bunu yapmama her zaman kızardı ama kestirme yol varken tüm pazar yolunun karışıklığını çekmekten nefret ederdim. Bu sokak üzerindeki evlerin çoğu harabeden ibaretti. Halkın çoğu yıkık dökük evlerden yeni paylar satın almıştı ama henüz kimsenin bu ağır işe girmeye niyeti yok gibiydi. Normalde keyifli olsaydım sokağın bomboş olmasının rahatlığıyla şarkı mırıldanırken vücudumu sallandırıp hafifçe dans ederek yürürdüm.
   Sokağı yarıladığımda arkamdan bir ses duydum. Fark ettiğim anlaşılmasın diye pür dikkat istifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Paniğimin beni mahvedeceğini bildiğimden el arabasını sürmeye devam ettim. Önüme büyük bir taş denk gelmiş gibi olduğum yerde hafif bir şiddetle duraksadım. Temkinli adımlarla öne gidip taşı alıyormuş gibi eğildiğimde hemen belimdeki bıçağı alıp bileğimin altına sakladım. Kendimden emin yürüyordum ama artık korkmaya başlamıştım. Sırtımı sesin geldiği yöne çevirip dümdüz arabayı sürmeye devam ettim. Ayak seslerinin yaklaştığını duyduğum gibi kalbim çılgınca atmaya başladı.
   Artık aramızda tahminen beş metre kadar vardı. Bu yakınlık sayesinde ayak seslerinin tek bir kişiye ait olmadığını anlamamla birlikte alnımdan aşağı soğuk terler akmaya başladı. Çok az kaldığını hissettiğimde yerimden iki zıplayışla onları önümde bırakarak arabanın arkasına geçtim. Bu sırada bıçağı olduğu yerden hızla savurup önümde duran iki muhafızı hedef alarak uzattım. “Benden ne istiyorsunuz?”
   Daha uzun boylu olan diğerin bıkkın bir ifadeyle, “Sana kolay olmayacağını söylemiştim.” diye homurdandı.
   “Haklıydın. Sahneden atlayıp kılıcını çektiğinde anlamalıydım.”
   Orada dikilmiyormuşum gibi konuşmaya devam etmeleri kızgınlığımı katladı. “Benden ne istiyorsunuz dedim!”
   Uzun boylu muhafız bir adım öne geçtiği gibi arabayı daha sıkı tutup geriledim. Ellerini kaldırarak yerinde duracağını belirtirken gözüm hemen beline bağlı kılıca kaydı. “Tamam, seni hemen alıkoyamayacağımızı anladık ama uzatma istersen.”
   “Soruma cevap ver!” diye bağırdım gözlerimden ateş saçarak.
   “Bizimle bir yere kadar eşlik etmen gerekiyor.” dedi daha cılız olan.
   Bıçağımı daha dik tutarak el arabasından elimi çektim. Bir adım daha gerilediğimde ikisinin de kaşları otomatik olarak kalktı. “Sakın bir adım daha atma.”
   İçimden üçe kadar sayıp arkamı döndüğüm gibi koşacaktım. Daha ikiye varmadan kılıç tutan bileğim pranga misali sımsıkı kavrandı. Arkamda belireni hissettiğim gibi tüm kuvvetimle ayağımı kasık arasına indirdim. Bu ani saldırım sonucu bileğimi döndürmesiyle gözlerim sulandı. İki kolumu da mengene gibi sararak vücuduna bastırdı. Tüm gücüyle beni yere çöktürmek için enseme bastırdığında yaralı boynuma değen parmağının ağırlığını hissetmem acıyla savrulmamı sağladı. Boynuma saplanan ağrı sonucu ayaklarım beni taşımaya aciz kalarak bez bebek gibi yere çöktü.
   Beynim zonklarken dört ayrı erkek başka kafadan konuşuyordu. Bedenim hala acıyla yoğruluyordu. Başımda dikilen cellat elini ensemden çekmediği için yerde uçuşan toprağı izlemekle yetiniyordum. Aralarından biri öksürüp anlaşılmaz kesik seslerin hepsini susturduğunda sıktığım dişlerimin arasından zorlukla sesimi çıkardım. “Benden ne istiyorsunuz?”
   Ensemdeki el rahatlamaya başlayıp arkamda sabitlediği kollarımı daha sıkı kavradı. Başımı kaldırmaya yeltenirken buna gerek kalmadan pahalı eldivenlerle kuşatılan parmaklar çenemi tutup yüzümü havaya dikti. Ağlamamak için son güç sıktığım gözlerimi rahat bıraktım. Nihayet ıslaklıkla parlayan kirpiklerimi aralayıp gözlerimi açtığımda midem altüst oldu.
   Gözlerime değen bakışlar acımasız bir zevke sahipken yavaş yavaş boynuma kaydılar. Sıkıntı gözlerine çöreklenirken tekrar yüzüme döndü. “Minnettarlığımı sana geri ödemeye geldim.”
   Aynı yılan ses kulaklarıma dolarken suratına tükürmek istiyordum. Yaramın kanamaya başladığını isyan eden keskin koku burnuma çarparken sabah yediğim birkaç lokma boğazıma doğru yükseliyordu. Çenemi tutan elini serbest bırakmayacağını anlayınca dokunuşundan çırpınarak kurtuldum. “Senden hiçbir şey istemiyorum. Beni rahat bırak hemen.”
   Elini kaldırıp düşünceli bir tavırla yanağını kaşıdı. “Hemen aynı sınıfa geldik bakıyorum.” diyerek azarlar gibi parmağını salladı. “Ah, doğru ya! Ödemeye geldim dedim, öyle ya? Ödetmeye geldiğimi söyleyecektim.”
   Cümlesinin manasızlığı karşısında anlımı kırıştırdım. “Neyin bedelini?”
   Soruma cevap vermeden yaptığı tek bir el hareketiyle ayaklandım. Tekrar saldıracağımı bildiklerinden biri saçımı, diğeri de öteki kolumu kavradı. Sulanan gözlerimle birlikte görüş açım gitgide bulanıklaştı. Yaşlar yanaklarıma dökülmesin diye gözlerimi sımsıkı yumdukça baş ağrım çoğaldı. Üç kişi tarafından yürütülmem sonucu duraksadığımızda hemen gözlerimi açtım. Soylu bir aileye ait olduğu her halinden belli olan bir arabanın karşısında dikiliyorduk.
   Vezirin oğlu daha deminki tiksindirici ifadesinden sıyrılıp nezaketle beni içeri davet etti. “Zorluk çıkarmamanı rica ediyorum.”
   Hiçbir harekette bulunmadığımı görünce rahat bir tavırla benden önce arabaya girip kaliteli koltuğa yerleşti. İçeri gireceğimden hepsi emin gibiydi. Ayağımı kaldırıp basamakları tırmanmaya başladım. Sağ ayağımı basamakta bırakıp sol ayağımı içeri giriyor gibi yaparak koltuğun döşemesinin dibine koydum. Artık içeri girdiğimden emin olan arkamdaki bedenler hafiften beni sıkmayı bırakmıştı. Her şey saniyeler içerisinde ardı ardına gerçekleşti. Ayağımı dayadığım koltuk döşemesinden aldığım güçle kendimi arkamdaki bedenlerin üstüne savurdum. Gözlerimi açtığımdan beri gözlediğim bıçağın sahibinin elinden tam o sırada bana ait olanı kapabildim. Üç adamı ardıma savurduğum gibi ben de onlarla beraber düştüm ama onlar gibi bu hareketten habersiz olmadığım için hemen ayaklanıp eteklerimi topladığım gibi koşmaya başladım.
   Arkama bakmak gibi bir hataya düşmemek için sadece önüme odaklandım. Koşarken bir yandan da yardım diye bağırmaya başladım. Başka ne bağırdığımın farkında değildim, tek amacım sesimin son okta çıkmasıydı. Sokağın köşesindeki terzi dükkanını gördüğüm gibi içimi öyle bir ferahlık yayıldı ki tüm acılarımdan bir an için sıyrıldım. Bu sefer beni birilerinin duyacağından emin olduğumdan bağırmak için heyecanla dudaklarımı araladım.
   Sonra kocaman bir el ağzımı kavradı. İki kolum az öncekinin kuvvetli olduğunu sandığım için kendimi aptal hissedeceğim ölümcül bir güçlü sıkılmaya başladı. Eterin keskin kokusu azıcık burnuma dolduğu gibi nefes almamak için direnmeye başladım. Saniyelerle birlikte olduğum yerden sürüklenerek uzaklaştırılıyordum. Nefes almadığım için ölümü düşünmeye başlarken derin bir panik hissi beni sarmaladı. Debelenmeye çalıştıkça boğulmaya başladığımı hissettiğimde o keskin kokunun burun deliklerime dolmasına izin verdim.
   Suratıma yediğim hafif tokatlarla birlikte zoraki gözlerimi araladım. Karşımdaki yüzün tanıdık olması uyandığım gibi midemin bulanmasını sağladı. Muhafızlardan biri önüme çökmüş dikkatle yüzümü izliyordu. “Uyandı!” diye bağırdı. “Hemen haber ver.”
   Etrafıma bakmak için hareket ettiğimde yerime sabit oturtulduğumu anladım. Nefes almamı zorlaştıracak kadar sıkı bir şekilde sandalyeye bağlanmıştım. Odayı incelediğim gibi kendimi Bay Sergei’nin köşkündeki prova salonunda hissettim. Oranın dörtte biriydi ama her taraf müzik aletleriyle çevriliydi. Duvarlarsa çok az aralıklarla tablo eserleriyle döşenmişti. Yerlere kadar uzanan pencerelerin kalın şaşalı perdeleri diplere kadar yere çekilmişti.
   Vekilin oğlu elinde bir bardak suyla odaya girdi. Adımlarını önümde durdurup bardağı bana uzattı. Zaten mora dönen dudaklarım susuzluktan çatlamış olmalıydı. Bana içirme nezaketinde bulunmaya çalışıp bardağı dudaklarıma dayadığında ilk düşüncem çenemle bardağı itmek oldu. Ama bunu yaparsam karşılığında su üzerime dökülecekti. Bu da keten elbisemin ıslaklıkla üzerime yapışması demek oluyordu ki bu halde burada kısılıp kalmışken birinin dikkatini çekme ihtimali beynimden vurulmamı sağladı. Acele yudumlarla dudaklarımı dayadığı bardağı bitirdim.
   Ayağa kalkıp nefes almamı zorlaştıran belime dolanmış ipi çözüp yere attı. Artık sadece ayaklarım sayesinde sandalyeye bağlıydım. Aklımdan geçeni anlamış gibi tek kaşını kaldırdı. “Ayakların o sandalyeye yapışık halde hareket ettiğin gibi yere çakılıp kalırsın.”
   İyi de yere düştüğümde ellerimi uzatıp ayaklarımdaki düğümleri açabileceğimi düşünecek kadar zeki değil miydi? Muhtemelen bunu denemem için odada beni bir saniye bile yalnız bırakmayacaklardı. Ellerim bileklerimden bağlı olduğu halde şimdi onları rahatça kaldırabiliyordum. Boynumdaki yaraya dokunduğumda artık kanamadığını ve pansumanının değiştiğini gördüm. “Onun için üzgünüm ama Mahya için aynısını söyleyemem. Birkaç gün rahat yürüyemeyecek. Bunun karşılığında yaranı kanatmış oldu ne yazık ki.”
   Burada durmaya devam ettiğim her saniye benim için daha da tehlikeli hale geliyordu. Aynı soruyu tekrar sormaktan bıkarak yeniledim. “Benden ne istiyorsun?”
   Yavaş bir hareketle sandalyesinden ayaklandı. Etrafımda yürürken yanağını kaşıyordu. “Sence de her şey biraz hızlı gerçekleşmedi mi?” Karşıma geçip gözlerini kıstı. “Ve sanki fazla mükemmel.”
   “Anlamıyorum?” dedim kaşlarımı çatarak.
   “Dans boyunca sadece benim gözlerimin içine baktın. Sana hipnoz olup başka hiçbir şeyin farkına varmamamı sağladın. Sanki önceden her şeyi saniyesi saniyesine biliyormuş gibi bir anda sahneden fırladın. Mükemmel bir dövüşçü gibi tek hamleyle muhafızımın yeninden kılıcını çıkardın.” Alaycı bir edayla alkışlamaya başladı. “Ve bir anda şovun yıldızı oldun.”
   İtiraz edeceğimi anladığı gibi sözümü kesti. “Ha tabii bir de çok göze batmamak için bu keskin yarayı vücuduna kazımak zorunda kaldın.” Tüy gibi bir dokunuşla boynumdaki pansumanın üzerini okşadı. Öfkeyle eline saldırarak onu fırlattım.
   Sakin konuşması sona ermek üzereydi. “O anda düşünemedim. Yaran öyle kötüydü ki böyle bir acıyı bilerek alacak olman aklımdan bile geçmedi. Hoş o galeyanda pek düşünecek vaktim olmadı. Sonrasında beni kurtardığın için hocan tarafından kutlanacağını sanırken hayatımda gördüğüm en rezil şekilde küçük düşürüldün.”
   Dişlerimi öylesine birbirine kenetlemiştim ki yüzüm seğiriyordu. “Yani sen-” diyerek tüm hararetimle konuşacaktım ki eldivenli başparmağını dudaklarıma yapıştırarak beni susturdu. Suratındaki tüm muzip mimikler kaybolmuştu. İçime ağır bir korku oturmaya başlarken öfkemin içinde o parmağı ısırmamak için kendime hakim olmaya çalışıyordum.
   Parmağını dudaklarımdan çekip kaşımın üzerinde birbirine dolanan saçları geri çekti. Gözlerini dikkatle izlediğimde o an ölümle yüz yüze gelmenin nasıl bir his olduğunu hatırladığına emindim. Bu anının diken gibi batan öfkesinin kat kat büyümesiyle suratı karardı. “Evet, seni bana oynanan suikastta başrol ilan ediyorum.”
Continue reading Kılıçların Dansı 3. Bölümü