9 Mayıs 2016

,

Göremediğimiz Tüm Işıklar- Anthony Doerr | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Göremediğimiz Tüm Işıklar
Orijinal Adı: All The Light We Cannot See
Yazar: Anthony Doerr
Sayfa Sayısı: 576
Yayınevi: Koridor
Çıkış Tarihi: 02/2015
Goodreads Puanı: 4.31/5
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Marie-Laure, bir müzede kilit ustası olan babasıyla birlikte Paris’te yaşamaktadır. Gözleri gün geçtikçe daha az görmeye başlayan Marie-Laure, altı yaşına geldiğinde kör olur. Babası ona yaşadıkları mahallenin mükemmel bir minyatürünü yapar, böylece her yeri parmaklarıyla ezberler ve artık dışarı çıktığında evinin yolunu bulabilecektir. Fakat bir sabah savaşın kara bulutları şehrin üzerine çökünce, yanlarında müzeye ait içi sırlarla dolu bir taş ile, Saint-Malo'da deniz kenarında bir evde yaşayan, yirmi yıldır dışarı adım atmamış olan amcalarının yanına gitmek zorunda kalırlar. Almanya’da bir maden kasabasında kız kardeşi ile birlikte bir yetimhanede büyüyen Werner’in önündeki tek seçenek, on beş yaşına geldiğinde babasının öldüğü madende çalışmaktır. Işık kadar beyaz saçları ve sonsuz merak içinde yüzen zihni ile Werner özel bir çocuktur. Bir gün şans eseri eski bir radyo bulup onu çalışır hale getirince ve karşılaştığı her elektronik aleti dakikalar içinde tamir edince, bir subay tarafından keşfedilir ve sonradan bir katil ordusu olduğunu öğreneceği özel bir okula gitme fırsatı elde eder. Orada dâhi olmasının bedelini ödeyip, hayatın acı taraflarına tanıklık ederken, kendisini Marie-Laure ile kaderlerinin kesişeceği Saint-Malo’da bulur. 
Salı günleri müze kapalıydı. Marie-Laura ve babası o gün evde uyurlar, bol şekerli kahve içerlerdi. Pantheon'a veya bir çiçek pazarına giderler ya da Seine Nehri boyunca yürürlerdi. Sık sık kitapçıya uğrarlardı. Babası ona bir sözlük, bir gazete veya fotoğraflarla dolu bir dergi uzatırdı.
"Kaç sayfa, Marie Laure?"
Kız tırnaklarından birini kitabın kenarında gezdirirdi.
"Elli iki mi?" "Yedi yüz beş mi?" "Yüz otuz dokuz mu?"
Sonra, kızının saçlarını kulaklarının arkasından kurtarır ve onu kaldırıp başının üstünde hoplatırdı. Onun insanı hayretler içinde bırakan bir şey olduğunu, bir milyon yıl bile olsa, onu asla bırakmayacağını söylerdi.
Bu kitap o kadar güzeldi ki her bir satırla daha çok içime çekip karakterlerin hafızama kazınmasını istediğim ve okurken sanki çok sevdiğim tarihi bir filmi izliyormuşum gibiydi. Yazarın kalemi sanatsal, nacizane ve kesinlikle dokunaklıydı. Her bir kelimeyi bir cümlede nasıl hoş bir ahenkle gösterebileceğini en iyi şekilde yansıtmıştı kitaba. Uzun metrajlı savaş zamanlarında geçen bir hayal dünyası yarattım kendime. Kitap boyunca bir Marie'nin kör gözleri ardından okumayı amaçladım, bir de Werner'in özlemle dolu kalbiyle. Marie'nin babasıyla olan ilişkisini okumak ayrı güzel, Werner'in Jutta'ya olan özlemini ve yaşadığı zorluklarla dostluk ve diğer şeylerle sınanmasını okumak da ayrı güzeldi. Kitap boyunca beni ne kadar etkilediğini hemen fark edemedim. Son bölüme geldiğimde gözlerimi yine iri iri yaşlar doldurmuştu.
"Çok uzun kaldınız," diye mırıldandı Etienne. "Merak ettim."
"Al, amca." Ceplerinden deniz kabuklarını çıkardı. Kaya midyeleri, deniz salyangozları, hala kumlu olan üç topak kuvarsit... "Sana bunu getirdim. Ve Bunu ve bunu ve bunu..."
Kitabın başında geçen o ünlü elmas hikayesine önce kulak asmadım ama sonra belki içinde bir ipucu gizlidir diyerek her nerede geçerse geçsin dikkatle okudum, iyi ki öyle yapmışım. Marie'nin babasına, babasının Marie'ye beslediği şefkat ve aralarındaki bu sevgi bağını okumayı çok sevdim. Yazar her bir satırla sizi nasıl dokunacağını çok iyi biliyordu. Kalabalık bir karakter ailesi vardı ama bir zamandan sonra aklınızda tutmaya çalıştığınızda o da zorlamadı.
Etrafında çizme patırtıları, tüfek tıkırtıları oldu. Malzemeleri yere koy, varilleri duvara daya. Kancalara asılı kaplardan bir tane al, raflardan da bir tabak. Haşlanmış sığır eti için sıraya gir... Üstüne öylesine şiddetli bir sıla hasreti çöktü ki, gözlerini sıkı sıkı yummak zorunda kaldı.
Ne zaman elime alsam elli sayfa okuyarak ara verdim çünkü gerçekten detaylı ve uzun bir kitaptı. Gözümden kaçırmak istemediğim çok şey vardı çünkü yazar bazı yerlerde üstünden kapalı size ipucu vermeyi çok seviyordu. Tek bir cümleyle o kişinin neler ifade etmek istediğini üstü kapalı basit ama aslında çok derin bir şekilde ifade ettiği çok yer vardı. Kitabın özellikle son yarısını okumak ayrı güzeldi. Marie ile amcası Etianne'nin arasındaki bağ, Werner ile dostu Fredde arasındaki bağ. Marie ile yakınları arasındaki ilişkiyi yazar çok dokunaklı bir dille belirtirken, Werner'e aynı cömertliği sağlamamıştı ama yine de duygulanmamı sağladı.
Marie-Laure'a göre, şehir yavaş yavaş üst kattaki makete daha çok benziyordu. Sokaklar birer ikişer boşalıyordu. Şimdi dışarı her çıkışında, üstündeki tüm pencerelerin daha çok farkına varıyordu. Sessizlik ters ve doğal olmayan bir şeydi. Deliğinden dışarıya bir adım atıp, ince ve uzun otlu bir çayıra çıkan ve tepesinde nasıl bir gölgenin gezindiğini bilmeyen bir fare de öyle hissediyordur mutlaka, diye düşündü.
Kitabın sonlarına doğru Werner ve Marie nasıl bir araya gelecek derken ve gerçekten de bir araya geldiklerinde o bölümleri çok büyük bir özenle okudum. Sonuç olarak çok güzel bir romandı. Benim gözümde tek bir eksiği vardı; o da yazarın sonunda karakterler hakkında bilgi edinmekten bizi mahrum etmesiydi. Bir de bazı yerlerde istemeden çok detaylı okuduğum için sıkılmamdı. Onun dışında okurken Marie'yle birlikte benim de canımın yandığı yerler çok oldu. Marie'yi çok ama çok sevdim. Okumaya olan hayranlığı, babasına olan büyük sevgisi ve dünyaya olan büyük açlığı... Beni en çok etkileyen de geçirdikleri ufacık zaman diliminde Marie ile Werner'in birbirlerine hissettikleri şeylerdi. Okumanızı gerçekten öneririm.
Panelin arkasından, "Seni öldürmüyorum. Seni duyuyorum. Radyoda. O yüzden geldim," diye seslendi. Biraz durdu, Fransızca nasıl söyleyeceğini düşündü. "Şarkı, ayın ışığı?" Kız gülümser gibi oldu.

0 yorum:

Yorum Gönder