26 Mart 2017

,

Kılıçların Dansı 6. Bölüm

6. Bölüm
(Birinci ve ikinci bölümün linki
Üçüncü bölümün linki
Dördüncü bölümün linki
Beşinci bölümün linki)

   Ağzından çıkanları nereye yormam gerektiğini düşünürken artık kapana kısılmadığımı fark ettim. Vezirin oğlu suratını bana eğmiş, ondan kurtulmamın oldukça kolay olduğu bir pozisyonda yanıma uzanmıştı. Hınç dolu bir öfkeyle başımın yanlarına sabitlediği kollarını iterek ayağa kalkmak için doğruldum. Sırtımın ani bir hızla yere yapışması sonucu omuzlarımda hafif bir zonklama vardı. Vezirin oğlu yana doğru dönerken suratında aynı şaşkın bakışlarla beni izlemeye devam etti. Geri geri adım atıp aramıza daha da mesafe koyarken tek istediğim gerçek demirden yapılma kılıcımın ağırlığını parmaklarımda hissetmekti. Böylece ne olursa olsun kendimi koruyabilirdim. Beni saçımdan tutup yere fırlatmasının öfkesi hala içimde cayır cayır yanıyordu. Üzerimde olduğunu hissettiğim anda boğazıma konan ellerim sayesinde zayıflığımı ilan etmiş olmaktan korkuyordum.
   Vezirin oğlu ayağa kalkarak tiksinti duyacağım bir özgüvenle saçlarını düzeltti. Ardından bakışları benimkilerle bütünleştiğinde ağzını açmadan ısrarla konuşmamı bekliyordu. Bu suskunluğundan sıkılarak boğucu bir nefes verdim. Beni tanıdığını söylediği konuya tek bir mantık sığdırabilirdim ve muhtemelen arka planı öyle olmalıydı. Öbür türlüsü ailemi tanıma olasılığıydı ki bunun mümkün olmadığını çoktan belli etmişti.
   Yem atarak şansımı denedim. “Beni tanıyor olman mümkün değil.”
   “Senin yüzünün arka figürde olduğu bir tablo odamı süslüyor.”
   Sözleri karşısında duraksadım. Genç kızlığa adım attığım günden bu yana Bay Sergei’nin portrelerinde modellik yapmıştım. Dansın yanında gözüne girmek için ne zaman istese saatlerce boya kokusuna maruz kaldığım o güneşin bir şükür sayılabilecek şekilde az vurduğu odada sabahtan akşama kadar put kesilir otururdum. Bay Sergei her seferinde gözlerimdeki tonları över, güzelliğime genel bir not vermese bile sürekli görenin tekrar bakmak isteyeceğini düşündüğü farklı bir havam olduğunu dile getirirdi. İlk seferlerinde öylesine sıkılırdım ki bir keresinde beni çizdiği sürenin yarısını ağlayarak geçirmiştim. Böylece aklına başka bir ilham dokunarak beklenmedik gözyaşlarımı da portreye yansıtarak tamamen başka bir sanat parçası ortaya çıkarmıştı. Vezirin oğlunun bahsettiği portrenin hangisi olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Sadece tek beni çizdiği portreleri kendine saklayarak kalabalık çalışmalarında yalnızca benim suratımın süslediği portrelerden kopya çekerek arka  perdede boyayla canlanan yüzlere şekil verirdi. Vezirin oğlunun bahsettiği portrede sadece ben olamazdım.
   “Dans ediyordun!” dedi sabırsızca. Aklımın dağılmasıyla yere kayan gözlerimi kaldırıp ona baktım. Yüzünün önüne getirmeye çalışır gibi gözlerini kıstı. “Fakat o gösteride olduğu gibi baş dansçı değildin. Arkalardaydın ama suratın öyle keskin çizilmişti ki portrede dahi gözlerinin sarısı parlıyordu.” Başka şeyler hatırladığını kanıtlayan aceleci bir tebessüm dudaklarında yerini aldı. “Son seferinde olduğu gibi sadece gözlerini açıkta bırakan bir peçen yoktu. En önde duran kızın yüzü bile seninki kadar dikkatli çizilmemişti.”
   Suratındaki kızarıklığa bakılırsa atkuyruğum yanağına mükemmel bir sertlikle çarpmıştı. Tam muzaffer bir gülümsemeyle heveslenecektim ki sonucunda beni yere fırlattığını hatırlayarak dudaklarım ince bir çizgiye döndü. Tahta kılıçlardan kendiminkini kavrayarak hiza aldım. “Eğitiminle ilgileneceğimiz vakitleri boşa çalıyorsun.”
   Bana doğru adım atarak ilerlerken çenesi yine susmadı. “O portredeki kızın sen olduğunu inkar etmiyorsun işte. Dans ediyorsun, kılıç tutuyorsun, portrelerde modellik yapıyorsun.” Üzerinden uzun zaman geçmiş ki unuttuğum hareketi tekrarlayarak yanağını kaşıdı. O anda anlayarak bunu daha çok kafasını bir şey üzerine patlatırken ya da sıkıntıya büründüğü zaman yaptığına yordum. Fakat aksine benim aklımda her zaman alay dolu ruhsuz cümlelerine eşlik eden bir hareket olarak kalacaktı.
   Yerde duran kılıcını ayağımla ona iterken sabrım taşmak üzereydi. Artık bir an önce buradan kurtulmak, evin yolunu almak istiyordum. Vezirin oğlu kılıcını eline almak yerine olduğu yerde sabit kaldı. “At da sürüyor musun? Peki ya müzik aleti?” Kısa bir duraksamadan sonra, “Bir asilzadenin kızısın, değil mi?” diye sordu meraklı bakışlarla.
   Çığırından çıkmama gıdım kalmıştı. Tıslayarak kılıcını yerden aldım. Eline tutuştururken sesimin yansıdığı bir sertlikle, “Kes şunu artık. Dövüşü bitirip gitmek istiyorum.” dedim üstüne basa basa.
   Vezirin oğlu nihayet kılıcını kaldırarak sustu. İkimiz de hamlelerimizi yarıştırırken bu sefer daha farklıydı. Vezirin oğlunun dalmış gözleri sürekli hata yapmasını sağlıyor, tahta kılıcını daha yumuşak tuttuğu her halinden belli oluyordu. Vaktin geçmesi için sıkıcı darbelerle onu savuşturmaktan başka çarem yoktu. Sarsak adımlar atıyor ama yine de gözlerini benimkilerden ayırmıyordu. Aynı tanımaya çalışan bakışlarla beni izlediğini görmek sinir katsayımı arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
   Etrafımda dönerek kılıcımı savururken bloke etmesini bekliyordum ama vezirin oğlu kılıcını yerinden dahi oynatmadığı için elimdeki tahta parçası havayı yırtarak yeri hedef aldı. Tüm gücümü topladığım kolumun havada savrulmasıyla eğilmek üzereydim ki bileğim sertçe çekildi. Kolumu çekiştirmeye çalışırken el mahkum başımı kaldırıp anlam vermeye çalışan bakışlarla gözlerine döndüm. Sıcak parmaklarının tenime değdiğini hissetmek sessizliğe gömülmüş olan öfkemi çıkartmaya yeterken tekrar çırpındım. “Bana gereksiz yere dokunmayacağına dair ağzından söz aldım!” Kolumu serbest bırakması için boştaki elimle göğsünden itiyordum. “Altına imzanı atmadın mı?” Çekiştirmekten canım acımaya başladı. “Bırak dedim sana!” diye çığlık attım son sesimle.
   Ne kadar sinirli olduğunu kanıtlayan kaşları çarpılırken titriyordu. “Portredeki kız sensin, değil mi? Cevap ver bana!”
Boştaki ayağımı bacaklarının arasına geçirmemek kendimi zapt etmeye çalışırken için dişlerimi sıktım. Bu manasız ısrarı beni deli ediyordu. “Ne olmuş oysam? Beni öldürmekle tehdit etmek için yeni bir neden mi arıyorsun?”
   Neye laf dokundurmaya amaçladığımı anladığında kaşları kalktı. “Beni boğmaya yeltenmeseydin boğazına sarılmazdım.”
   Geçirdiğim öfke nöbetinin kanıtı olan bir iç çekişle bağırdım. “Seni boğmayacaktım! İpi rahat bıraktığım anda beni öldürmeye kalkıştın!”
   Sesi kükremeye benzer bir oktava yükselirken olduğum yerde titredim. “Sadece seni korkutmak istedim. O kadar ileri gitmeyecektim!”
   “İleri gitmeyecek miydin? Boğazıma tüm gücüyle sarılıyken boynumdaki kesiğe parmaklarını yapıştıran adam mı söylüyor bunu? Son nefesimde bile acı çekmem için elinden geleni yaptın!” Acı bir kahkaha atarak başımı sallayıp durdum. “Boğsaydın da bir şey fark etmeyecekti. Baban tüm pisliklerini temizlerdi, değil mi? İkiniz de masum bir ölümün üstünü örttüğünüzde sevinecek kadar midesizsinizdir.”
   Aynı ölümcül tehdit gözlerine otururken bu sefer korkmayacaktım. Yakınlarımda gerçek bir kılıç varken kendimi savunmasız hissedemezdim. Vezirin oğlunun boştaki eli ani bir hareketle çenemi kavradı. Yanaklarımın büzülmesini sağlayan bir sıkılıkla çenemi sertçe tutması dilimi ısırmama neden olurken birden gözlerim yaşardı. “Beni ve ailemi içeren cümlelerinde ağzından çıkana dikkat edeceksin.”
   Hissettiğim acizliğin içinde boğulurken sabrımın son zerresi de taşarak sessizliğime veda etti. Hiç düşünmeden dizimi kaldırarak bacaklarının arasına geçirdiğim tekme sayesinde sendeleyerek dizlerinin üzerine düştü. Esaretinden kurtulan çenem ve bileğim sızlarken koşarak kılıcımın olduğu yere vardım. Yeninden çıkardığım gibi gözdağı vermek amacıyla öne doğru uzattım. “O kılıcın boynuna inmesine izin vermediğim için ellerim pişmanlıkla titriyor. Ölüm vaadi içermeyerek boynuna doladığım ipi iyi ki rahat bırakmışım. Zehir misali kanının ellerime bulaşmasıyla bir gün dahi yaşayamazdım.”
   Acısı dinmeye başlamış olmalıydı ki başını kaldırarak, “Sözlerine dikkat et,” diye tısladı.
   Hayatımda bir daha kimseye böyle bir nefret besleyebileceğimi sanmıyordum. Çakmak çakmak yanan gözlerle, “Sen dikkat et!” diye bağırdım. “Beni savunmasızca tıktığın o odada etrafında emrine amade hizmetçilerle çevriliyken beni dönüşmekten başka çare bırakmadığın aciz kız değilim. Özgürlüğüm apaçık ortada, parmaklarımın arasında bana ait bir kılıç varken aramızdaki derece farkını unutmamamı sağlamak senin elinde.” Vezirin oğlu ayaklanırken kılıcımı yenine soktum. “Bugünlük bu kadar yeterli olmalı. Bir daha bana dokunmaya kalkışırsan olacaklardan ben sorumlu değilim.”
   Vezirin oğluna konuşma fırsatı vermemek için hızlıca tahta kılıçları topladım. Sırt çantamı kaptığım gibi uzaklaşmaya başladım. Arkamdan dikkat çekmek için seslice bağırdı. Hala ismimi bilmiyor olmasına sevinirken son kez sözlerine kulak kabarttım. “Haftaya cuma aynı saatte burada olmazsan asıl ben olacaklardan sorumlu değilim!”
   Cümlesinin ardından ormanın içine doğru koşuyordum. Patika yolunun yerine yeşilliklerle çevrili ormanda nefessiz koşarken zihnimi tüm olanlardan uzaklaştırmaktan başka en ufak talebim yoktu. Ayağıma takılan ağaç parçası sonucu sendeleyerek kendimi ellerim üzerinde buldum. Ağzımdaki kesiğin oluşturduğu kanı yutmaya çalışırken midem düğüm düğüm oldu. Ormanın içinde çaresizce kapaklandığım yerde dünden beri yediğim her şeyi çıkarırken vezirin oğlunun söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu. Kanıtlamaya uğraştığım cesaret gösterimin geri tepmesinden korkarken günden güne ruhumun yanında bedenimin de ağır yaralar aldığı düşüncesine yenilmek omuzlarıma konan bir ağırlık misaliydi. İçine girdiğim girdabın beni yutması olasılığının dehşeti beynimde uğuldadı.
   Geri kalan gün oldukça sıradan geçti. Hiçbir şeyden zevk alamadığım için ne zaman boşluğa düşsem dans etmenin özlemi bastırıyor, parmak uçlarım hasretle sızlayıp duruyordu. Ayağa fırlayıp dans figürlerimi taklit etmemek için direniyordum. Akşam olduğunda yemekten sonra Leila ile yürüyüşe çıkmamız dışında bir değişiklik olmadı. Ardından Freida da bize katıldığında onlardan bulaşan neşeyle az da olsa keyfim yerine gelmişti. Üç kız çocuğu misali kol kola yürürken en az konuşanın ben olduğumun ortaya çıkmamasını diliyordum. Öyle yorgundum ki kimseye açıklama yapmak değil, gerekçe sunacak kadar sabrım bile yoktu.
   Ertesi gün üzerimi değiştirirken bileğimdeki çürükleri benden önce fark eden Leila oldu. İlk başta öfkesini sindirmeye çalıştı. Ardından dayanamayarak elini yumruk halinde defalarca kez yatağın üstüne vurdu. Sakinleşmeye başladığı gibi ateş saçtı. “Bir dahaki hafta ben de seninle geleceğim. Ormanda gizlice oturur beklerim. Sana zarar vermeye kalkışırsa bir şekilde engel olmaya çalışırım.” Bileğimi tutup hafifçe dokunurken, “Piç kurusu.” diye fısıldadı sertçe.
   Bu küfrü karşısında kendime engel olamayarak gülmeye başladım. Leila asla küfretmez, artık sahte davrandığı sanılacak kadar nazik davranırdı. Onun ağzından böyle bir küfür duymak beni şaşırtırken gülmeden edememiştim. Geçiştirerek omuz silktim. “Kılıcım yanımdayken bana bir şey yapamaz.”
   “Onun bir erkek olduğunu unutuyorsun Afrah.”
   Doğru yere parmak basmıştı ama damarına dokunmadıkça vezirin oğlu kolay çıldırmıyordu. Bir daha ailesine laf atmamaya özen gösterip, çenesinin durmadığı sorulara baştan savma cevaplar verdiğim sürece talimi yapıp yollarımızı ayıracaktım. En azından bu denli iyi niyetli düşünmeye çalışıyordum. Leila’ya anlatmadığımı hatırlayarak suratımı astım. “Bay Sergei’ye modellik yaptığım portrelerden birini ailesi satın almış. En başından beri beni bir yerden çıkarmaya çalışıyordu. Meğerse ruh hastası deresince portreleri inceliyormuş.”
   Leila söylediklerime yorum yapmak yerine oturduğu yataktan fırlayıp çekmeceleri karıştırmaya başladı. Merakla onu izlerken soru sormak yerine ayakta dikildim. İnce bir zarfı bana uzatarak, “Bay Sergei’den.” demekle yetindi.
   Benim aklımdan çıkmış olsa da belli ki Bay Sergei sessiz bir yılan gibi sırasını bekliyordu. Mektubun içinde beni sarayına çağırdığına dair kısa bir nottan başka bir şey yoktu. Leila sıcak bir tavırla elini omzuma koydu. “Ben de seninle geleceğim.”
   Gözlerime ulaşan bir gülümsemeyle başımı yana eğdim. “Tek gitsem daha iyi olur. Merak etme, bir şey olmayacak.”
   Öğlen vakti babamla demirci dükkanına doğru yürürken tek kelime etmedik. Koluna girmeme izin vermekten başka hiçbir sıcaklık göstermedi. Kendimi tutamayıp tereddütle arkama baktığım anlarda babamın gözleri de aklımdan geçenleri düşünerek şüpheyle kısılıyordu. Demirci dükkanına girince Rapid’e selam vererek babamı beklemeden aşağı kata indim. Esneme hareketleri yaptıktan sonra kılıcımı almak üzere hareket edecektim ki babam merdivenlerden aşağı indi. Bana doğru yürürken yüzündeki ciddiyete anlam veremedim.
   “Başlamıyor muyuz?” diye sordum hemen.
   Boğazını temizleyerek ölçülü bir tonla, “Önce biraz konuşalım.” dedi.
   Başımı salladıktan sonra kollarımı kavuşturup söyleyeceklerini beklemeye başladım. Babam elini uzatarak boğazıma uzandığında yerimde sabit kalmak için alt dudağımı dişledim. Hekim edasıyla morluklarımı inceleyip boynumdaki yaraya geçti. Pansumanı açmak yerine öylece bir süre gözleri yaramda takılı kaldı. “Artık daha iyisin, değil mi?”
   Yatıştırıcı bir tebessümle gülümsedim. “Acımıyorlar bile.”
   Suratında hafif bir sıcaklık parıltısı görsem de tekrar ciddiyete büründü. “Vezirin oğluyla çok fazla konuştunuz mu?”
   Üzerine düştüğü konu şimdiden canımı sıkmıştı. “Hayır, pek konuşamadık. Çoğunlukla uyumama izin verdiler.”
   “Ona kendinden bahsetmediğine emin misin?”
   “Söyledim ya baba. Beni sorgulamaya fırsat bulamadan asıl suikastçı suçunu itiraf etti.”
   Gözleri tereddütle titreşti. “Benim adımı asla vermedin, değil mi?”
   Israrı karşısında, “Hayır.” dedim sertçe.
   Aklındakileri teker teker dile getirirken kelimelerini özenle seçiyordu. “Şayet bir daha böyle bir şeyle karşı karşıya gelirsen yine aynı tutumu sergilemelisin. Asil birine ne olursa olsun kimin kızı olduğunu, nerede yaşadığını veya kendinle ilgili hiçbir şey söylememelisin.”
   Söyledikleri karşısında istemsizce kaşlarım kalktı. “Neden benim kim olduğum bu kadar önemli?”
   Samimi bulamadığım bir şefkatle uzanıp saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Nedenini sorma. Sadece ne diyorsam onu yap.”
   “Ne olursa olsun mu? Canıma kıyılacağı ihtimaliyle yüz yüze olsam bile kim olduğumu açığa çıkarmamalı mıyım?”
   Nasırlı elleriyle benimkileri kavrayarak sıktı. “Hayır, hayır, öyle demek istemediğimi biliyorsun.”
   Alayla dudağımın kenarı kıvrıldı. “Memnunsun değil mi? O kör olası odaya tıkılıp suikastla suçlandığımda kim olduğumu, sıradan bir demircinin kızı olduğumu ifşa etmediğim için mutlusun değil mi? Senin başını yakacak hiçbir adım atmayıp ağzımı sıkı tuttuğum için çok memnunsun, değil mi?”
   Yalnızca başını olumsuz anlamda sallamakla yetindi. Babamın suskunluğu her an boğazıma yeni bir kilit vuruyordu. Düşündüğüm gibi olmadığına dair bağırıp çağırmasını bekliyordum ama sadece başını hayır der gibi sallıyordu. Bu itiraz değil, başlı başına geçiştirmeydi. Ağzıma dolan acı tatla yüzümü ekşittim. İhtimaller üzerine kurduğum yapbozun son parçası da yerine oturmuştu. Kelimelere döküp duymak istemediğim cevabı işitmekten korkmuştum ama yanıt gözler önündeydi. Keder kalbimi sıkıp minik baltalar batırırken canım haddinden fazla yanıyordu. Hayal kırıklığı gözlerimi doldurup içimi sımsıcak bir alev misali yakarken boğazımdaki düğümü yutkunmak öyle zordu ki adeta boğuluyordum. “O zaman iyi yapmışım, değil mi?” diye sordum titreyen dudaklarımla. “İyi ki ağzımı açıp tek kelime etmemişim. İyi ki boğulmayı göz önüne alıp çenemi sıkıca kenetlemişim.”
   Babamın gözleri kederle büyüdü. “Vezirin oğlu yaptı.” dedi cevabını almış gibi. “Seni boğmaya mı kalkıştı?”
   Boğuk sesimle, “Evet!” diye haykırdım. “Sizi lekelememek, bu işe bulaştırmamak için ölümle yüz yüze geldim. Beni boğmasına izin verecektim. Onun iğrenç acımasına kalarak son anda vazgeçmesi sayesinde şuan burada dikiliyorum.” Histerik bir kahkaha tüm odada çınladı. “İyi ki öyle yapmışım yoksa yıllarca bunu yüzüme vuracaktın. Meğer mükemmel bir karar almışım.”
   “Afrah!” diye bağırdı. Omuzlarımdan tutup beni sarsarken, “Kendine gel! Demek istediğim bu değildi.” diye sesini yükseltti.
   Kollarından hırçınca sıyrıldım. “Buydu işte buydu! Seni bir daha göremeyeceğim ihtimaliyle dehşete düşerken nasıl da büyük bir aptallık yapmışım. O pislik beni saldığında ilk senin kollarına koşup şükrederken ne kadar safmışım!”
   Babamın suratı pişmanlıkla çarpılırken tekrar bana uzanmaya çalıştı. Geri geri yürürken hıçkırıklara boğulmak üzereydim. “Merak etme baba. Bir daha böyle bir şey başıma gelirse kimsenin pis elleri boğazıma dayanmadan kendi canımı kendi ellerimle alırım.”
   Arkama bakmadan odadan çıkarken babam ardı kesilmeksizin ismimi bağırıp durdu. Arkamdan geleceğini düşünerek daha hızlı adımlarla yürümeye koyuldum. Gözlerimin bulanıklığı zar zor görmemi sağlarken, başıma saplanan ağrıyla bir an önce sessizliğe kavuşmaktan başka isteğim yoktu. Eve koşmak yerine dükkandan çıktığım gibi arka patikadan nehrin kıyısına ilerledim. Yeşilliklerin üzerine vardığımda bacaklarım beni daha fazla taşıyamayacak halde yere çöktü. Başımı bacaklarıma gömüp boğazımdaki düğümleri teker teker serbest bıraktım. Gitgide boğazım daha çok acırken hıçkırıklarım da azaldı ama o günün batımına kadar bir türlü kendimi tam olarak susturamadım.
   Günler birbirini kovalarken hafta sonu sessizce gelip geçti. Babamla yaşadığım hayal kırıklığını üzerimden atamadığım için yeni bir öfkeye sorunu yaşamamak adına Bay Sergei’nin sarayına gitmeyi geciktirip durdum. Durumun acil almadığı tekrar mektup yollayıp beni ayağına çağırtmamasından belliydi. Üç günü kılıç talimi yapmadan, babamla göz göze gelmeden, içim dans etme tutkusuyla yanarak geçirmeyi başardım. Dans edemediğim için vücudum acısını çıkarmak adına sürekli oynayıp duruyordu. Yemek masasında farkına varmadan parmaklarımla ritim tutmaya başlıyor, parmaklarım kıvrılmak için sızlıyor, hatta anlamadan arp sesini mırıldanarak taklit ediyordum. Babamın sessizliğinden sorduğum tüm ihtimalleri kabul ettiğini günden güne daha keskin anlıyordum. Kalbim her seferinde yanan bir sancıya kapılıp aklımı bulandırmayı rahat bırakmıyordu.
   Nihayet salı günü zoraki adımlarla Ladin Köşkü’ne doğru yol aldım. Bu yolda öyle çok anım vardı ki hepsi arı kovanı misali beynime üşüşüyordu. Freida hala dans etmeye devam ettiği için benimle gelmeyi teklif etmişti ama bunu kabul etmem imkansızdı. Freida asil bir edayla dans ederken, onu izleyerek temizlik yapamazdım. Kıskançlıkla alakası yoktu. Bu ancak kaybettiklerimi bana tekrar tekrar hatırlatarak kalbimin paramparça olmasına neden olurdu.
   Ana bahçeyi geçip kapıyı tıklatırken yüreğim ağzımdaydı. Sakin olmaya çalışıyordum fakat öfkem hala öyle tazeydi ki içim içime sığmıyordu. Vezirin oğlunun aklına suikastçı olmam fikrini düşürmesi beni bir yıllık bir anlaşmanın esareti altına sokmuştu. Ağır kapılar güler yüzlü tanıdık hizmetçilerden biri tarafından açıldı. Beni görünce tanıdığı gözlerindeki parıltıdan belliydi. Sıcaklık içermeyen bir selam verdikten sonra avucumun içi gibi bildiğim köşkte yürümeye başladım. Üst kattaki prova salonuna doğru merdivenleri çıktım. Ardından haşin hareketlerle koridoru geçiyordum ki biri adımı seslendi. Kafamı çevirdiğimde Yasmin’in hevesli kollarla bana yöneldiğini gördüm. Bana senelerdir dostmuşuz gibi kollarını dolarken ona karşılık verdim. Birbirimizi tanıdığımız halde çok az konuşurduk. Böylesine sıcak hareketi karşısında şaşkınlığa uğramıştım.
   Geri çekildiğinde yüzüme bakıp rahatlıkla derin bir nefes verdi. “Sana bir şey oldu diye çok korktuk.”
   Bunu duymak istemsizce canımı yaktı. Uzun yıllardır günlerim bu köşkte geçiyordu. Herkesi tanır, her yeni katılan dansçıyla dost olmak için çekinmeden adım atardım. Ladin Köşkü bir nevi bambaşka bir aileydi benim için. Bay Sergei de öfkeli ama muzip bir babadan farksızdı. Böylesine bağrıma bastırdıktan sonra yediğim ihanetle aldığım yara bir türlü kabuk bağlamıyor, aksine kanayıp duruyordu.
   “Bir şeyim yok.” diye geçiştirdim. “Asıl sen nasılsın?” Suratına sıkıntılı bir hüzün çöreklenirken bu tepki karşısında kaşlarımı çattım. “Neler oldu Yasmin?”
   Tam dudaklarını aralamak üzereydi ki koridorda tok bir ses yankılandı. “Bay Sergei seni bekliyor.” Hizmetkarlardan biri Bay Sergei’nin çalışma odasının önünde dikilmişti.
   Uzanıp Yasmin’in elini sıktım. “Her ne olduysa bana uzun uzun anlatacaksın.” Gözlerine ulaşmayan bir tebessümle başını salladı. Yasmin merdivenlerden aşağı inerken ben de çalışma odasına doğru yürümeye başladım.
   Kapıyı tıklatmama gerek kalmadan hizmetkar benim için açtı. Bu odayı daha çok ufak bir kütüphane olarak kullanıyordu. Birkaç kez çok yorulduğumda bu odadaki köşeye dayalı koltukta uyuklamama izin vermişti. Şimdi bu anıların hepsi uzaktan seslenmeye çalışan notalar misali geçmişte kalmıştı. Beni gördüğünde oturduğu sandalyeden kalkarak olduğum yere doğru yavaş adımlarla yürüdü. Suratındaki dehşetle rahatlama arası ifadeyi tiksintiyle izlerken kapının kapanma sesini duydum.
   Konuşmasına izin vermeden giriştim. “Nereyi temizlememi istiyorsunuz?”
   Anlamamamış gibi kaşlarını kaldırdı. “Ne temizliği?”
   “Hangi dans salonundan başlayayım temizliğe?” diye sordum tekrar. “Borcunuzu yakın zamanda tamamlayıp teslim edeceğim.”
   Eliyle koltuğu göstererek, “Önce biraz konuşalım istersen.” dedi.
   Başımı sertçe salladım. “Bu köşkte gerektiğinden fazla bir dakika bile durmak istemiyorum.” Geri adım atarak, “Elbisenin borcunu ödemek için köşkünüzü temizlememi istemiştiniz. Bir an önce başlayıp en azından bahsettiğiniz haftalardan birini bitirmek istiyorum.” dedim nefes almadan.
   "Sana büyük bir özür borçluyum Afrah.”
   Sözleri karşısında suratım allak bullak oldu. “Neyin özür borcu? Beni suikastçı olarak itham edip vezirin oğlu tarafından alıkonmamı sağladınız için mi?”
   Kaşlarını çatarak ellerini kaldırıp düştüğü hayreti sergilemeye çalıştı. “Böyle bir saçmalığı kim ortaya attı? Böyle bir şeyi yaptığımı nasıl aklının ucundan geçirirsin?”
   Beklediğim öfke hızlıca gün yüzüne çıkarken bezginlikle sesimi yükselttim. “Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Gösteride vezirin oğlunun başına gelen suikast yüzünden beni suçlu bulan siz değil miydiniz? Aylardır sabah akşam çalıştığım gösteriden hak ettiğim ücreti bana ödemek yerine kendinize borç çıkaran siz değil miydiniz?” Sinirden ellerim titremeye başladı. “Vezirin oğluna suikastçının ortağı olabileceğimi söyleyerek hayatımı nasıl bir riske attığınızı bir kere olsun düşünmediniz mi? Tanışmamızın üstünden yıllar geçmişken böyle bir ihaneti hangi gerekçeyle hak ettim ben?”
   Öfkeyle yüzü çarpıldı. “Böyle bir şeyi asla kabul etmiyorum! Sana bunu kim söylediyse baştan sona palavra. Suikastta ortak olabileceğine dair herhangi bir şey asla ağzımdan çıkmadı. Sen benim en iyi dansçılarımdan birisin. Seni ölümcül tehlikeye sokacak bir olasılığa neden olmamı düşünmen çılgınca.”
   Yaklaşıp koluma uzanmaya çalıştığında hırsla geri çekildim. “Böylesine yanardönerli davranmanız midemi bulandırıyor. Aylardır beni itip kakıp yüzüme etmediğiniz hakaret kalmadı. Vezirin oğlunun kutlamasının son dans gösterim olduğunu defalarca kez söylediniz. Ardından herkesin ortasında güya en iyi dansçılarınızdan birini belki de kalıcı bir iz olarak kalacak bir şekilde tokatladınız. Hak ettiğim ücreti üzerime borç kıldınız. Asıl tüm bunlardan sonra suikastçı olabileceğime dair iddiayı ortaya attığınıza inanmamam aptallık olurdu.”
   Ben konuşurken parmağını kaldırarak susturmaya çalışsa da dilimin altındaki tüm cümleleri söylemiştim. Sandalyesine geri oturduktan sonra koltuğu işaret etti. “Lütfen otur ve lafımı kesmeden beni dinle.”
   İnatla ayakta dikilerek sessizliğe gömüldüğümde pes ederek dudaklarını araladı. “Aylardır sana böyle davranmamın tek nedeni seni dansa daha çok teşvik etmekti. Diğer dansçılarda yaşadığım aksilikleri birkaç kez sana yansıtmış olabilirim ama her seferinde sonradan gönlünü almaya çalıştığımı unutuyorsun. Vezirin oğlunun kutlaması için aylardır hazırlanıyorduk ve sana son gösterin olacağını söylemem yalnızca daha çok hırs yapmanı sağlamak içindi. Üzerine çok gittiğimi biliyorum fakat senin gibi bir dansçıyı kaybetmenin bana neye mal olacağını bilemezsin.” Sözlerine kısa bir ara vererek soluklandı. “Gösteride olanlar kesinlikle senin hatan değildi fakat işin arka yüzü öyle karışıktı ki seni korumak zorundaydım. Eğer bu suikast olayında vezirin oğlunu kurtardığın için seni kutlasaydım böylece dikkatleri üzerine daha çok çekecektin. Seni orada öylesine küçük düşürmem göze daha az batarak aciz biri gibi görünmeni sağladı. Hoş ben ne kadar göze batmaman için uğraşsam da yine bir şekilde suikastçı suçuyla bu çukura çekilmişsin. Elbiseyi mahvettiğin için öfkelendim fakat sen baygınken boynundaki yaraya baktıkça deliye dönen de benden başkası değildi. Ücreti ödemeyeceğim ve köşkümü temizlemek zorunda kalacağın ya da dans ettiğini babana yetiştireceğimi söyleyerek seni tehdit etmem ise palavradan farksızdı.”
   Çekmecesine uzanıp ağır bir zarfı çıkarıp bana doğru yürümeye başladı. “Hak ettiğin ücret bunun içinde Afrah.” Çeneme uzanıp başımı kaldırdı. “Vezirin oğlu seni kaçırdığında başına neler geldi bilmiyorum ama az çok tahmin ediyorum. Seni asla kimseye gammazladım.” Kırık bir tebessümle, “Attığım tokat için üzgünüm.” dedi. “Senelerdir fırça ve müzik aleti tutunca ellerim anlamadan hafiflikleri yok olup nasırla kaplandılar. Oysa sadece göz boyamaya çalışıyordum.”
   Çenemi rahat bırakması için geri çekilirken söyledikleri karşısında başım dönüyordu. Tutunmak için koltuğun tepesine dokunarak kendime gelmeyi bekledim. Uğuldayan kulaklarım yavaşça sessizliğe karışırken tekrar başımı kaldırdım. “Size inanmak istiyorum ama çok zor Bay Sergei.” dedim fısıltıyla. “Başıma onca şey geldi ve artık söylenen sözlere ne zaman kansam sonunda aptal ben çıkıyorum.”
   Gözleri samimiyetle parlarken uzanıp zarfı elime tutuşturdu. “Sen çok zeki bir kızsın Afrah. Biraz sorgularsan sana hep sert davrandığımı ama yine de her daim seni sevdiğime inandığını hatırlayabilirsin.” Göz kırptı. “Çok zor değil.”
   Omuzlarım hafiflerken, “Yani borç yok mu?” diye sordum.
   Elimdeki zarfı işaret ederek, “Hayır, yok. Yırtık elbise de hediyem olsun.” dedi. “Gösteride öyle harikaydın ki seninle gurur duydum.” Yakınıma gelip boynuma bakmaya çalıştığında izin verdim. “Yarana bakmak beni hala dehşete düşürüyor. Artık gösterilerde giydiğin elbiselerde yara izinin olduğu boynuna biraz daha el işi ekleriz.”
   Sözleri karşısında vücudumu esir alan gülmeyle birlikte omuzlarım da sarsılmaya başladı. Elimdeki zarfı sertçe göğsüme bastırırken bu sefer gerçekten dikiş makinasının sesi artık kulaklarıma yakından geliyordu. Mutluluktan yanaklarım ıslanırken gülmemi durduramıyordum. İçime oturan ferahlıkla bir an önce dans etmek için ayak parmaklarım istemsizce kıvrıldı.
   Bay Sergei sıcacık mavi gözleriyle benim mutluluğumu izlerken daha da keyiflendi. “Ne zaman dikiş makinası almaya gidiyorsun?”
   Sorusu karşısında tüm yüzüme kocaman bir sırıtış yayıldı. “En yakın zamanda.” Sesim öyle mutlu çıkıyordu ki sanki bana ait değildi.
   Ladin Köşkü’nden ayrıldıktan sonra evin yolunu tuttum. Öyle uzun bir zamandır sıkıntılıydım ki nihayet içimde uçuşan kelebeklerle tekrar rastlaştığımda buna çabuk alışamadım. Annem de Leila da sürekli neden sırıttığımı sorup durdu. Leila bunu sordukça keyfim daha çok yerine geldi. Yakında onun yüzünde dünyanın en mutlu gülümsemesine tanık olacaktım. Bunun zevki kalbimi pır pır ederken cuma günü gitgide yaklaşıyordu. Tamamen umurumda olmadığını söylemezdim ama yine de içim bir nebze daha rahattı. Ortaya çıkması gereken ağır bir gerçek vardı ve öğrenmek için elimden geleni ardına koymayacaktım.
   Cuma gününe kadar Rapid’le babamın dükkanda olmadığı saatlerde talim yaptık. Her seferinde tüm gücünü kullanması için ayrıca rica etmem gerekti. Babam sürekli dükkana gelmeme alıştığı için tekrar dans etmeye başladığımda ikisini nasıl dengede tutacağım konusunda kararsızdım. Eskiye nazaran daha çok talim yapıyordum. Yemekleri dağıtması için Leila’ya daha çok yardım ediyordum. Muhtemelen dans etmeye geri döndüğüm zaman ilk başta uzun bir süre büyük gösterilere katılmayacaktım. Sadece pratik yapma düşüncesi bile mutlu olmamı sağlıyordu. Haftalardır içinde yutulduğum hüzün esaretinden kurtulmuş olmam rüya gibiydi. Cuma gününü atlattıktan sonra Ladin Köşkü’ne gitmeye başlayacaktım. Dikiş makinasını almak için biraz daha bekliyordum çünkü Leila’nın doğum günü yaklaşıyordu. Boğazımdaki izler artık dikkatle bakılmadan anlaşılmayan sarı tonuna dönmüştü.
   Cuma sabahı herkesten önce ayaklanıp geçen hafta olduğu gibi aynı yolu yürümeye koyuldum. Sırtımda yine tahta kılıçlar, belimde de yeniyle asılı kılıcım duruyordu. Ormana bağlanmadan önceki açıklığa vardığımda vezirin oğlu şaşırmadığım gibi oradaydı. İri taşlardan birinin üzerine oturmuş dalgın bir halde yere bakıyordu. Öksürdüğümde kafasını kaldırıp ayakta dikildiğim tarafa yöneldi. Suratında sıkıntılı bir ifade vardı ama umurumda olmadığı için çantamdan tahta kılıcını çıkarıp oturduğu yerin önüne fırlattım. Tek kelime etmeden kendiminkini elime alıp hizaladım. Aksak hareketlerle ayağa kalkıp karşıma geçince dikkatle suratına baktım. Alnında ter parıltıları vardı. Gözlerinde daha önce tanık olmadığım yorgun bir bıkkınlıkla pozisyonunu aldı. Son tartışmamızın ardından aksine onu daha öfkeli bekliyordum. Çenesi düşük bir şekilde sorular sorup durmuyor, başlamam için öylece bekliyordu. Ses etmeden kılıçları tokuşturmaya başladık. Bitkin olduğu her halinden belliydi. Kılıcına tam gücünü vermiyor. Benimkiyle onunkini bloke ettiğimde pes ederek kılıcını yere atıp duruyordu. Böyle davranması kızgınlığı arttırırken kılıcımla daha sert hiza alıyordum.
   Her zamanki alaylı ifadesini takınarak, “Formundan hiçbir şey kaybetmemişsin. Hala dilsiz gibisin.” dedi sesine yansımayan keyifle.
   “Bakıyorum sen de oldukça fazla talim yapıp güçten düşmüşsün.”
   Başını sallayarak beni geçiştirdi. Bu suskunluğu elimde olmadan şaşırmama neden oldu. Böylesinin daha iyi olacağını kendime hatırlatırken kılıcıma yüklediğim gücüme odaklandım. Geçen seferki dövüşümüzün sonunda yaşananlarla birlikte nefretim kor bir alev gibi beni yakıp geçmişti. Beni hor görüşü, çeneme kavrayışı aklıma geldikçe öfkem hafiften kendini belirtti. Kılıcıma daha ağır yüklenirken vezirin oğlu saldırılarımı boş vuruşlarla geçiştirdi.
   “Öfken hala dinmemiş.” diye mırıldandı. “Keşke sorularıma istediğim gibi cevaplar verip benim de öfkemi ortaya çıkartmasan.”
   “Keşke hayatıma bu kadar burnunu sokmasan.” dedim bıkkınlıkla.
   Yüzümü çevirip gözlerine baktığımda suratındaki sıkıntılı ifade hala silinmemişti. “Portreye her baktığımda gerçek olsaydı nasıl biri olurdu diye düşündüğüm kız sen olamazsın.”
   Kılıcımı sertçe onunkine indirdim. “Portrelere yansıyan yalnızca benim suratımın maskesini giymiş hayali karakterler.”
   Uzun bir sessizliğin ardından sesi yine dövüşümüzü bıçak gibi kesti. “Beni suikastçının elinden kurtarmaya çok hızlı mı karar verdin?”
   Sorusu karşısında afallayarak savurduğu kılıcını bloke edemedim. Böylece az daha boşluğuma yiyeceğim kılıçla gözlerimi kapatırken vezirin oğlu aniden duraksayıp kılıcını zapt etti. Elini koluma doğru uzatacakken ceylan gibi geri sektim. Başını sinirle salladı. “Unutmuşum. Dokunmak yok.”
   Ara vermeden kılıcımı tekrar kaldırdım. Vezirin oğlu da keyifsiz bir tavırla kılıcını kaldırırken alnında artan ter damlaları gözümden kaçmadı. Çenesini açmasına fırsat vermemeyi amaçlayarak bu sefer darbelerim daha güçlüydü. Etrafımda dönerek kılıcımı karnına sokacak gibi hamle yapıp havada döndürdüm. Vezirin oğlu tüm gücüyle tahta kılıcının üzerine abandı. Bu gücü karşısında şaşırsam da biraz dişimi sıkarak kılıcımı kavramaya devam ettim. Zorlandığı her halinden belli oluyordu ama ilk kimin pes edeceği çok önemliydi.
   Vezirin oğlu acı dolu bir nidayla kılıcını serbest bırakarak elini boynuyla omzu arasına getirdi. Şaşkın bakışlarla ne olduğuna anlam vermeye çalışırken canının yandığı her halinden ortadaydı. Kılıç tutarken kendini çok zorladığı için koluna ağrı girdiğini sandım ama elini çektiğinde boynunda kan lekesi vardı. Ona doğru emin olmayan adımlarla yavaşça yürüdüm. Yarasına bakmak yerine sertçe, “Eğer ağrın varsa bugünlük bu kadar yeter.” dedim.
   Elimde olmadan yarasını aldığı açıya gözüm takıldı. Parmaklarımı kendi boynuma getirdikten sonra kafamda dolanan ihtimalle ona döndüm. “Yeni bir yara mı aldın?”
   Susmakla yetinip gömleğini sıyırıp pansiyonu kaldırdı. Bakmak için ona doğru bir adım daha attığımda gözlerim yalnızca yarasına kenetlenmişti. Kızgın demirin bastırıldığı bariz olan yaraya bakarken gözlerim dehşetle irileşti. “Bunu… bunu sana kim yaptı?”
   Dövüşmemiz sonucu nefes nefese kalmıştı. Çektiği acıyla suratı kasılıyordu. “Sarayda saldırıya uğradım.”
   Kekelememek için dilimi ısırdım. “Hangi gün peki?”
   “Cumartesi akşamı.”
   Titreyen elimle ağzımı örterken kızgın demirin bıraktığı ize daha yakından bakmak için eğildim. Kare şeklindeki yanığın sağ üst kısmında bir nokta vardı. Bu da her zaman gördüğüm yıldızın bırakmış olduğu izdi. Vezirin oğlunun boynuna hayatı boyunca taşıyacağı bu yara izini babam yapmıştı. Tıpkı benim suikastçıdan kılıç izi yediğim yerin aynısıydı. Midem büzülürken derin  nefesler aldım.
   Vezirin oğlu eliyle yaranın üzerini örttü. “Bakma istersen. Bir anda rengin soldu.”
   Eti yakan kızgın demirin acısını düşünmek bile adeta benim canımı yaktı. Aslında hissetmem gerekiyordu fakat benim neden olduğum bu acının altında ezilmek üzereydim. Vezirin oğlunun yüzü terden parlıyordu. “Beni gerçekten boğacağını düşünmesem  o kadar ileri gitmezdim ve o sırada senin suikastçı olduğuna inandığım gerçeğini göz ardı ediyorsun.” Tek kaşını kaldırdı. “Hoş bu ihtimali tamamen ortadan kaldırmam da senin elinde.”
   Neyi inanıp inanmadığı zerre umurumda değildi. O saçma fikirlerle dolu kafasını istediği olasılığa yorabilir, bana zarar vermediği sürece istediği kadar boş konuşabilirdi. İtiraf etmem gerekirse hala benim suikastçı olduğumu düşünmesi elimde olmadan hayal kırıklığına uğramamı sağladı. Vezirin oğlu içine derin bir nefes çekti. Suratında çarpık bir tebessüm yayılırken, “Niye hep yemek ve demir kokuyorsun?” diye sordu.
   Gözlerimi bir anlığına örterek sessizliğe gömüldüm. Ondan nefret ediyor, yakınında durmak bile tüylerimi ürpertiyordu. Beni boğmaya kalkışmış, canımı ölesiye acıtmış, sayesinde tramvaya dönüşen kabuslar görmeye başlamıştım. Şimdiyse karşımda dikilmiş tam anlamıyla suikastçı olmadığıma henüz inanmadığını söylüyordu. Sinir katsayım artmak için yerini bekliyordu fakat yarasını gördükçe nedeninin ben olduğumu bilmek midemi bulandırıp durdu. Boynumdaki yara izini vezirin oğlu sayesinde almamıştım. Eğer düzenlenen suikastı durdurmaya kalkışmasaydım boynumda asla bir iz taşımayacaktım. Ama aksine vezirin oğlunun boynundaki iz apaçık sırf beni boğmaya çalıştığı için olmuştu. Babama bana yapmaya kalkıştığı şeyi itiraf etmeseydim bugün asla böyle bir izle karşılaşmayacaktım. Şükür olarak sayılması alay gibi görünse de beni boğmaktan vazgeçmişti. Oysa belki de bu yarayı alırken dişlerini kırarcasına birbirine geçirmiş, ömründe bir daha böyle bir acıya şahit olmayacağını bilerek o berbat dakikaları sineye çekmeye çalışmıştı. Alnının sürekli terlemesinden ve sarıya çalan ten renginden günlerdir yatakta yattığı kuşkusuz ortadaydı.
   Parmaklarım havaya kalkarken hala kararsızdım ama hem yarayı daha yakından incelemek hem de anlam veremediğim bir hissi içimde kıramazken boynundaki kana bulanan pansumanı yere fırlattım. Beyaz gömleğinin temiz tarafını elime dolayıp dikkatle yarasının üstüne bastırdım. Burnundan ses çıkarak güldü. “Hani dokunmak yoktu?”
   “Sen bana dokunmayacaksın dedim. Benim sana dokunmamam için bir anlaşmaya imza atmadık.”
   Sözlerim karşısında göğsü sarsılacak şekilde sesli gülmeye başladı. “Şimdi portredeki kızla örtüşmeye başladın işte.”
   Onun bu neşesi bana zerre bulaşmazken, “Ne demezsin.” demekle yetindim. Konuyu değiştirmek için doğru zaman olduğuna karar verdim. “Seni yaralayanların kim olduğu ortaya çıktı mı?”
   Suratı gerildi. “Hayır, bir anda beş kişi saldırdı ve hepsi siyahlar içindeydi.”
   Tuttuğum gömlek parçası yaradaki tüm kanı emdiğinde geri çekildim. “Kolunu ne kadar zorlarsan ağrın o kadar artar. O yüzden bugünlük bu kadar talim yeter istersen.”
   Başını sallarken geri çekildim. Vezirin oğlunun yeşil gözleri parladı. “Bana hiçbir zaman ismini söylemezsen sana nasıl sesleneceğim?”
   “Portredeki kız diyebilirsin.” diye geçiştirdim.
   Bir şeylere kafa yorduğunu belli ederek alnı kırıştı. “Bay Sergei ile arandaki bağ ne?” Omzumu silkerek bu soruya cevap vermeyeceğimi göstermeye çalıştım. Bu sefer de ısrarla, “Bir asilzadenin kızısın, değil mi?” diye sordu. "Ailen asilse modellik yapmana nasıl izin verdiler?"
   "Ailem asilse beni şimdiye kadar tanıyor olman gerekirdi. Haksız mıyım?"
   "Soruma cevap vermedin. Beni kurtarmaya nasıl karar verdin?"
   Geçiştirerek, "Çok ani oldu." dedim kısaca.
   Israrlı bakışlarla gözlerini bana dikti ama daha fazla konuşmayacaktım. Geri adım atarak tahta kılıçları çantama doldurmaya başladım. Vezirin oğlu aynı yerde dikilirken alnındaki terleri sildi. Arkamı dönüp gideceğimi anlayınca öne atıldı. "Sana bir teklifim var."
   Cüretkar bir tavırla tek kaşımı kaldırdım. "Zaten ya bir teklifin oluyor ya da üstüme atacak bir suç buluyorsun."
   Dokundurduğum lafın üzerinde durmadan devam etti. "Seni sözleşmemizdeki bir aydan özgür bırakacak."
   Bastıramadığım bir hevesle, "Neymiş o?" diye sorduğumda gözlerinde hayal kırıklığı parçaları görür gibi oldum.
   "Benim de dahil olacağım ufak çaplı bir dans gösterisinde dansçıya ihtiyacım var."
   Sesim alayla titremek üzereydi. "Sen de mi dans edeceksin?"
   "Hayır." dedi sertçe. "Piyano çalacağım."
   Cevabı karşısında hafif bir duraksamayla bekledim. Vezirin oğlunun öylesine naif bir müzik aletini çalıyor olduğunu düşünmek çok tuhafıma gitmişti. Kafamda ikimizin başrol olduğu bir gösteri hayalle bulutlanırken içimde hissettiğim merak duygusunu bastırmaya çalıştım. Arp çalmayı az çok biliyordum ama piyano gibi mükemmel bir varlığın üzerinde parmaklarımın gezdiğini düşlemek ürpermeme neden oldu. Bu anlaşmadan ne kadar hızlı kurtulursam o kadar hızlı rahat nefes alacaktım. "Üç ay." diyerek şansını denedim. “Anlaşmadan üç ayı sileceğiz."
   Aksi şekilde kafasını salladı. "İki ay."
   Dişlerimin arasından tıslayarak kabul ettiğimi gösterdim. "Umarım zor bir gösteri değildir. Birkaç şartım olacak."
   Gülünecek bir tavırla iç çekti. "Dokunmak yok. Soru sormam yasak. Öyle değil mi?"
   Tiksintiyle burnumu ekşittim. "Dokunmak tabii ki yok. Sadece gözlerimin görüleceği bir kostüm giyeceğim."
   Devam etmediğimi görünce kaşlarını kaldırdı. "Bu kadar mı?"
   "Hayır, önce bir şeyin asıl yüzünü öğrenmem gerek."
   Kollarını göğsünde kavuşturup, "Neymiş o?" diye sordu her zamanki özgüvenli tavırla.
   "Ancak bir şartla kabul ederim. Benim suikastçı olma ihtimalimi sana Bay Sergei söylemediğine göre bu olasılığı kim ortaya attıysa onu itiraf edeceksin."

   Sorum karşısında şaşkınlığı yüzünden her türlü okunurken ben de aynı tavırla kollarımı kavuşturarak umutla beni asıl uçurumun kenarına itenin ortaya çıkmasını beklemeye koyuldum.
Continue reading Kılıçların Dansı 6. Bölüm
,

Ay ve Işıklar - Eleanor Catton | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Ay ve Işıklar
Orijinal Adı: The Luminaries
Yazar: Eleanor Catton
Yayınevi: Pegasus
Sayfa Sayısı: 808
Goodreads Puanı: 3,69/5
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
2013 Man Booker Ödülü
2013 Wall Street Journal En İyi Kurgu Ödülü
2013 Economist Yılın Kitabı Ödülü
2013 Kanada Governor General’s Ödülü 
Gökyüzünü aydınlatanlar, yeryüzünü karanlığa boğanları affetmeyecek…

Yeni Zelanda’nın altın madenlerinde servet edinme arayışına giren genç bir adam, Walter Moody. Ayak bastığı bu ülkede Walter Moody daha ilk geceden on iki adamın bir araya geldiği, çok gizli bir toplantıya istemeden tanıklık eder. Bu on iki adam, art arda gerçekleşen bir dizi cinayetin ipuçlarını tartışmak için buluşmuştur: ortadan kaybolan varlıklı bir maden avcısı, kendi canına kıymaya kalkışan bir fahişe ve kaderin en acımasız oyunlarından birini oynadığı zavallı, alkolik bir adam. İşte Moody, birçok kişinin hayatını etkileyen böylesi kanlı bir sırrın içine çekilir. Çözülmeyi bekleyen vahim hadise, gece vakti gökyüzünde görünen yıldızların oluşturduğu motifler kadar karmaşık ve inceliklidir…
Bugüne kadar okuduklarım arasında vaktimi ve zihnimi en çok yoran kitaptı. Peki en baştan buna değdi mi diye sorarsanız kesinlikle evet. Onca sayfayı okuyup bu kadar kitapla bütünleşmenin ardından hem bitirdikten sonra bir boşluğa düşüyorsunuz hem de bu kadar farklı ve detaylı bir kurgu üzerine kurulu bir kitabı okuduğunuz için "vay be" diyorsunuz. İlk bölümünün bu kadar uzun olmasını es geçelim, sadece kitabın giriş sayfalarındaki karmaşık incelemeler sayesinde daha en başında aklınızı bulandırıyor. Kitabın ilk bölümünü okuduktan sonra gerçekten kaliteli olduğunu sezdim fakat devam bölümlerinde karakterlerin kalabalıklığı ve olayların arka yüzü o kadar karmaşık bir girişle önüme sunuldu ki kitaptaki çoğu şeyi anlamayacağıma dair korkuya kapıldım. Bu karmaşık durum öyle bir hal aldı ki kitabı artık zorla elime alıp okuyordum. Güzelleşeceğine ve her şeyin mantıklı bir çerçevede önümüze sunulacağı hayal olmaya başladı. Ayrıca ilk defa kitap okurken böyle bir şey deneyimledim ki; yirmiye yakın karakterin sürekli isminin geçmesi ve hatta bazen soyadlarının, bazen sadece isimlerinin geçmesiyle iyice karman çorman olan kitap sayesinde tüm karakterlerin isimlerini ve yaptıkları meslekleri ya da kitaba hangi konu üzerine giriş yaptıklarına dair liste tuttum. Bunu yaptıktan sonra kitap gözümde daha mantıklı ve anlaşılır bir yolda ilerlemeye başladı.
Her ne kadar yaptığım liste işe yarasa da ana konuyu amaç edinen cinayetin nasıl gerçekleştiği tabii ki merak konusuydu. Buna eklenen maden kaçakçısının gizemiyle her yeni satırla bir şeylere anlam vermek için kıvranıyorsunuz. Tam her şeyi toplayıp az çok tahmin edip, toplantıda bahsedilen on iki karakterin sarhoş adamın cinayetiyle ne alakası olduğunu anladığınızda kitabın ortasında sizi ciddi anlamda detaylı bir özet bekliyor. Bu özeti okuduğumda bir bakımdan yazarın okuyucuyla alay ettiğini düşündüm çünkü şayet ileride bizi böyle bir özet bekliyorsa ilk sayfadan itibaren bu kadar çok zihin bulandırmasını garip buldum. Yarının devamında kitap umulmadık bir tatla ilerliyor. Tüm kitap boyunca sarhoş adamın cinayetinden ziyade benim en çok merak ettiğim kısım Anna'nın neden her şeyin altından çıktığı ve aslında bu hikayede nerede rol aldığıydı. Son iki yüz sayfa içinde okuduğumuz karakterlerin tüm yönlerine ve geçmişlerinde bulaştıkları olaylara değinildikçe kitabı daha çok beğendim. Başından beri en çok takdir ettiğim kısmı ise her dair gizemi kaliteli bir havayla meraka kavuşturmasıydı. Kitabın son sayfalarında artık çoğu şey kafanıza oturuyor ve kimin bu cinayeti niçin yapabileceğini kuvvetli bir ihtimalle tahmin ediyorsunuz. En çok beğendiğim bir diğer kısmı ise başta okuduğumuz karakterlerin ilerledikçe hiç ummadığımız gibi çıkmalarını sağlayacak kadar şaşırmamı başarabilmesiydi. Ayrıca zaman zaman en çok merak ettiğim karakterlerin derinliklerine inildikçe yüreğime bir hüzün çöreklendiğini itiraf etmeliyim. En son bölümler o kadar kısa tutulup hemen başka bölüme geçileceği şekilde yazılmış ki bu beni hem heyecanlandırdı hem sinirlendirdi.
Kitaba tam puan vermek için yarıdan beri sürekli cevap almak istediğim iki sorunun açığa çıkmasını bekledim. Bu iki soruma iki kısa cevap bile yeterdi fakat yazarın bu kısmı gizeme boğması ya da cevap verdiğini sanarak es geçmesi beni epey öfkelendirdi. Bu boşluk hissi içimde oluştuğu için bunu kitaba olan beğenime de yansıtmak durumunda kaldım. Bunun dışında son bölümü muazzamdı. En başından beri tüm olay silsilesini bir buçuk sayfada öyle güzel ve mükemmel özetliyor ki tebrik ediyorum. Ayrıca şuraya da iliştireyim. Böylesi kalın ve zor dili olan bir kitabı bitirdiğim için kendimden övünç duyuyorum çünkü kitap beni zorladıkça elimden bırakmak hep aklımdan geçti ama yine de ısrarla devam ettim. Son olarak böyle detaylı bir anlatımın kaleme alabildiği ve gizem duygusunu okuyucuya sürekli geçirip merakla kıvranmamı sağladığı için yazarı tekrar tebrik ediyorum. Benim baştan sona çok severek ve sonlarını bayılarak okuduğum muazzam bir kitaptı. Sadece değindiğim kısımlar ve yapbozumu eksik bıraktığı parçalar yüzünden hafif bir boşlukla ama yine de öve öve bitiremeyeceğim bir kitaba da veda etmiş oldum. Şöyle bir not düşerek keyifli okumalar dilemeliyim ki; gerçekten sabredeceğinizden emin olarak, kafanızı yoracağınızı bilerek elinize alın..
Continue reading Ay ve Işıklar - Eleanor Catton | Kitap Yorumu
,

Üstümüzde Gökyüzü Altımızda Deniz - Jojo Moyes | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Üstümüzde Gökyüzü Altımızda Deniz
Orijinal Adı: The Ship of Brides
Yazar: Jojo Moyes
Yayınevi: Pegasus
Sayfa Sayısı: 496
Goodreads Puanı: 3.74/5
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Gözlerimi kapatıyorum şimdi. Dünyanın öteki ucunda seninle yan yana uyanacağım.
Avustralya, 1946. Yüzlerce genç kadın uzun bir yolculuğa çıkmak üzere. Onları İngiltere’de yepyeni bir hayat bekliyor. Nişanlılarına ya da kocalarına kavuşmayı iple çeken bu kadınların tek ortak noktaları, savaş zamanında kalplerini Avustralya’da konuşlanmış İngiliz askerlerine kaptırmış olmaları.
On altı yaşındaki çiçeği burnunda gelin Jean, mütevazı bir çiftçinin kıvrak zekâlı kızı Maggie, varlıklı ailesiyle gösteriş yapan Avice ve sessiz, melankolik hemşire Francis… Altı haftalık okyanus serüveninin, hayatlarını sonsuza dek değiştireceğinden ne bu dört kadının ne de gemideki diğer gelinlerin haberi var. Yine de hepsinin gözleri önünde bir gerçek duruyor: Bazen önemli olan varılacak nokta değil yolculuğun kendisidir…
Yine çok ama çok güzeldi. Özellikle de sonlara doğru kalbimde taht kurdu. Jojo Moyes'un çevrilmiş olan tüm kitaplarını okudum. Aralarında ciddi anlamda en sıkıcı ve boğucu havaya sahip olan kitabı kesinlikle buydu. İlk yarıya kadar karakterlerden ziyade sürekli o zamanın havası ve gelinlerin bindirildiği geminin özellikleriyle kitap o kadar sıkıcı geçiyor ki ne zaman Jojo Moyes'un bildik tadı tekrar ortaya çıkacak diye beklerken yılmak üzereydim. Daha sonrasında kitabın baz aldığı dört gelinin gemide aynı kamarada kalmasıyla nihayet severek okumaya başladım. Karakterlerin geçmişine dönülmesini ve gelin olma maceralarına değinmesini büyük beğeniyle okudum.
Tabii en çok merak ettiğim Francis karakteri hep sona saklandı. Francis tam anlamıyla mükemmel bir karakterdi. Yazarın ona değiniş şekli ayrı naif ayrı dokunaklı ince bir ağla örülüydü. Yaşadıkları ortaya çıktığında acı bir hüzün esir alıyor insanı. Kitabın son iki yüz sayfası öyle harika gidiyor ki ilk yarıda sıkılmanızı neredeyse unutturacak kadar. Fakat bu kitabında yazarın bir diğer eksiği de ana karakterlerden birinin başına gelenlere dair kıvrandığımız bilgiden bizi mahrum etmesi. Her kitabında yan karakterlere dahi bu kadar dikkat ederken gelinlerden birin başına gelenlerden sonra bir daha okuyamıyor oluşumuz beni çok üzdü. Son satırlarını da büyük keyifle bayılarak bitirdim. Yazarın bu kitabı güzel bir sabır istiyor ama emin olun sonrasında hayran kalınası bir çiçekle önünüze seriliyor. Keyifli okumalar..


Continue reading Üstümüzde Gökyüzü Altımızda Deniz - Jojo Moyes | Kitap Yorumu
, ,

The Midnight Star - Marie Lu | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Midnigt Star (The Young Elites #3)
Dili: İngilizce
Yazar: Marie Lu
Sayfa Sayısı: 316
Goodreads Puanı: 4.15/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
There was once a time when darkness shrouded the world, and the darkness had a queen.
Adelina Amouteru is done suffering. She’s turned her back on those who have betrayed her and achieved the ultimate revenge: victory. Her reign as the White Wolf has been a triumphant one, but with each conquest her cruelty only grows. The darkness within her has begun to spiral out of control, threatening to destroy all she’s gained.
When a new danger appears, Adelina’s forced to revisit old wounds, putting not only herself at risk, but every Elite. In order to preserve her empire, Adelina and her Roses must join the Daggers on a perilous quest—though this uneasy alliance may prove to be the real danger.
 
Al bu yüreğim senin olsun Marie Lu.. Bu kitabında okuyucu öyle bir savurup seri başlangıcından beri sevdiğiniz karakterle sizleri öyle bir sınıyor ki her bölümle birlikte serinin sona ereceğini hissederken yüreğinize bir hüzün çörekleniyor. Okuduğumuz her karaktere dair ufak da olsa geçmişlerine dönüp sevmediğiniz kişilerin bile neler çektiğini gösterip yaptıkları kötülükleri az da olsa unutmanızı sağlıyor ki ben zaten Teren gibi bir karakteri bile çok seviyordum. Öncelikle ikinci kitabın sonunda malum çok büyük ve ağır bir gerçek ortaya çıkıyor. Elitler güçlerini ne kadar çok kullanılırsa bu o kadar onların sonu olacak. Ne kadar güçlerini dibine kadar kullanılırsa o denli bedenlerine ve zihinlerine zarar veriyorlar. Adelina'nın fısıltıları has kötülük içerdiği için bunu en kötü kendisi deneyimliyor, hatta en yakınındakine zarar vererek. Aslında son kitapla beraber seride bazı şeyler daha derin bir manayla aklımıza oturuyor.
Aşkın ne kadar arka planda kaldığını, dostluğun ve kardeş bağlarını yazarın ne kadar ön plana çıkardığına şahit oluyoruz. Ayrıca bu serisiyle yazar beni çok şaşırttı çünkü okuduğum neredeyse tüm serilerin aksine başta gördüğümüz bir karakteri sona kadar bize okutmadı. Bir nevi başrol değişikliği yaptı ve bunu hiç beklemiyordum. Üçüncü kitapta ana düşünceyi çok beğendim çünkü düşmanlar bile geride bırakacakları dünyanın iyiliği için bir olmaya karar veriyor. Kitabın ortalarında yazar öyle bir yerden vuruyor ki "olamaz" diye fısıldıyorsunuz çünkü açığa çıkması gereken, içlerini dökmesi gereken bu iki karakterin daha konuşacak çok şeyi olduğunu biliyorsunuz. Bu yüzden içinizde ilk ukteyi orada bırakıyor. Kitap ilerledikçe ve karakterlerin hallerini okudukça zaten bıçak üstü satırlara göz gezdiriyorsunuz. Son kısımlara değinirsem yazar sadece okuyucuyu ağlatmak için yazmış.
Gözlerim o kadar uzun süre buğulu kaldı ki satırlara odaklanamadığım için ayrı sinirlendim çünkü rahat nefes alarak okumanıza asla müsaade etmiyor. Kitabın sonuna gelirsek evet tahmin ettiğim gibiydi. Tam son bölümü biraz absürt bir çizgide gidip geldi fakat final bölümü bitip masal tarzı bir şey koyup Adelina'dan bahsettiğinde son kısım daha güzel bir kurguyla oturdu. İlk kitaptan itibaren kesinlikle unutmayacağım bir seri oldu. Üçüncü kitabın ilk yarı kısmı oldukça sıkıcıydı ama tahmin edildiği gibi ilk yarıdan sonra ardı ardına büyük bir heyecan ve buruk bir ifadeyle okudum. Yazarın sıradaki serisini sabırsızlıkla bekliyorum. Bol gözyaşı ve öfke içeren hislerle keyifli okumalar dilerim.
Continue reading The Midnight Star - Marie Lu | Kitap Yorumu
,

Hadi, Yarın Görüşürüz - William Maxwell | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Hadi, Yarın Görüşürüz
Orijinal Adı: So Long, See You Tomorrow
Yazar: William Maxwell
Yayınevi: Jaguar
Sayfa Sayısı: 155
Goodreads Puanı: 3.94/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Lloyd Wilson'ın öldürülüşü birçok şeyle birlikte, zanlının oğlu ile komşu çiftlikte yaşayan, aynı yaşlardaki bir çocuk arasında doğmaya başlayan arkadaşlığın da son bulmasına neden olur. Aradan yıllar geçer, hatta yarım yüzyıl… Komşu çocuk, neredeyse yaşlı bir adam haline geldiğinde meşum olayı tekrar hatırlar. Fakat elinde bilgi kırıntılarından ve birkaç soluk anıdan başka bir şey olmadığını fark edince gerçekleri yeniden inşa eder. Boşlukları yavaş yavaş doldurur. Yaşanmış bir zamanı tekrar kurar zihninde. Hatta öyle bir kurar ki, sonunda "kurgu" sözcüğünün somutlaşmış bir örneği çıkar. Sadece adli bir vakanın değil, hayatın boşluklarına nüfuz eden bir hayal gücünün büyüsünü sunar William Maxwell.
Muhteşem bir kitaptı. Aslında içeriği oldukça sıradan bir konuyu baz alıyor ama işte kitabı böylesine mükemmel ve insanı hatırladığında aynı hisleri taptaze hissettirecek kadar güzel yapanı da harika bir üslupla, başka bakış açılarıyla, derin bir anlam yüklenerek okuyacak kadar farklı olabilmesi. Kitaba arkasını okumamız sonucu ellili yaşlarda bir adamın ergenliğe adım atacağı senelerinde işlenen bir cinayet nedeniyle yakın arkadaşıyla yollarının kesildiğini bilerek başlıyoruz. İlk şahit olduğumuz kısımda ise bahsedilen adamın cinayeti yer alıyor. Buna karşın ailesinin tepkisine ve cinayeti kimin işleyeceğiyle ilgili çok az ipuçlarına değiniyoruz. Ardından bize öyküyü anlatan karakterin çocukluğuna iniyoruz. Onunla babası arasında geçenler o kadar duygusal ki özellikle de babasının "artık yatmadan önce öpücük almak için fazla büyüdün" demesinin çocuğa ne kadar dokunduğunu siz de hissediyorsunuz. Annesinin yokluğuna, babasının değişimine, abisiyle ilişkisine ve bahsedilen biten arkadaşlığın nasıl başladığına dair her şeyi merakla okuyoruz. Daha sonrasında cinayete kurban giden adamla muhtemel suçlunun dostluğuna değiniyor kitap. Aslında kitabın ana konusunun en güzel kısmı iki ailenin aldatma sonucu parçalanmasını okuyor olmamız. Özellikle de çocukların bu ayrılıklar sonucu yaşadıklarına öyle güzel değiniyor ki satırları tekrar tekrar okuyorsunuz. Benim bayılarak okuduğum, keşke daha uzun olsaydı dediğim harika bir kitaptı. Kesinlikle öneririm..
Continue reading Hadi, Yarın Görüşürüz - William Maxwell | Kitap Yorumu
,

Kalbinden Geçeni Söyle - Cammie Mcgovern | Kitap Yorumu

Kitabın Adı: Kalbinden Geçeni Söyle
Orijinal Adı: Say What You Will
Yazar: Cammie Mcgovern
Yayınevi: Pegasus
Sayfa Sayısı: 360
Goodreads Puanı: 3.71/5
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
BİRBİRLERİNE SÖYLEYEMEDİKLERİ HİÇBİR ŞEY YOKTU. EN ÖNEMLİ ŞEY DIŞINDA.
BAZEN AŞK SÖYLEYEMEDİKLERİNDİR…
Serebral palsiyle doğan Amy yürüme desteği olmadan yürüyemez, konuşma cihazı olmadan konuşamaz, hatta mimiklerini bile kontrol edemez. Obsesif kompulsif bozukluktan mustarip Matthew’u ise takıntılı düşünceler, kuruntulu ritüeller ve çeşitli korkular yiyip bitirmektedir. İkisi de kendilerini dış dünyayla iletişime geçirecek birine ihtiyaç duyar ve aslında düşündüklerinden çok daha fazla ortak noktaları vardır.
Amy lisedeki son senesinde ihtiyaçlarını gidermeleri için yardımcı öğrenciler işe almaya karar verince, iki gencin yolları kesişir. Birlikte zaman geçirdikçe yeni filizlenen arkadaşlıkları hiç akıllarından geçmeyen bir hal alacaktır..
Kapağı ve konusu itibariyle iç ısıtan bir kitabın beni beklediğini tahmin ediyordum. İlk yarıya kadar çok büyük bir beğeniyle okumasam da ardından karakterlerin yaptığı birkaç hareketin mantığa kavuşmasıyla resmen gözlerim kavruldu. Kitaba Amy'in aşık olunmak için normal hayatta gerçekten çok güzel bir kız ama serebral palsiye hastası olduğu için insanların konuşmaya bile çekindiği biri olduğunu anlayarak başlıyoruz. Bir diğer yandan Matthew ise elini defalarca kez yıkadığı halde hala temiz olmadığını düşünecek kadar takıntılı iç seslere sahip. Amy'in bir şekilde ne kadar asosyel olduğunu fark etmesiyle artık yardımcılarını yetişkin seçmeyeceğine karar veriyor ve annesine rica ederek bundan sonra okul arkadaşlarının ona yardım etmesini istediğini belirtiyor. Amy ve Matthew'un dostluğu da bu şekilde başlıyor. Tabii zamanla Amy'in hisleri yerini daha yakın bir duyguya bırakıyor. Fakat ikisinin birlikteliğinin ne kadar zor olacağını bildiğiniz için kitabı buruk bir merakla okuyorsunuz. Kitap ilerledikçe Amy'in geri dönülemez aldığı bir kararı sonradan öğreniyoruz ve bu beni öyle bir öfkeye boğdu ki anlatamam. Fakat sonrasında Amy'in bu kararı neden aldığına dair Matthew'e göndermeyeceği halde taslak bıraktığı mailleri okuyunca onun çaresizliği karşısında hüzne boğuluyorsunuz. Bu aldığı karar sonucunda hiç beklemediğimiz bir olayı deneyimlemek zorunda kalıyor ve bu da hastalığı yüzünden hayati risk taşıyor.
 Anlayacağınız Amy benim için mükemmel bir karakterdi. İçini döktüğü satırları defalarca kez okuyup ona öfkelendiğim için kendime kızmış oldum. Diğer yandan Matthew de bu dostluk boyunca ciddi hatalarda bulunuyor ve çok fevri kararlar veriyor. Kitabı ilk yarıya kadar tatlı bir düzeyde çok fazla beğenerek okuyamadım ama gördüğünüz üzere arkadaşlıklarını koparan olayların ardından tamamen farklı bir havaya girdi. Öyle güzeldi ki son satırlarını kalbim ağzımda okudum. Kesinlikle bir an önce okumalısınız. Bana sorarsanız insana bir şeyler katan ve farklı bir açıyla bakıldığında daha derin manalara varılabilecek bir kitaptı. Keyifli okumalar dilerim..
Continue reading Kalbinden Geçeni Söyle - Cammie Mcgovern | Kitap Yorumu

23 Mart 2017

,

Kılıçların Dansı 5. Bölümü

5. Bölüm
(Birinci ve ikinci bölümün linki
Üçüncü bölümün linki
Dördüncü bölümün linki)

Sözlerini idrak etmemle beraber beni boğmaya yeltenmeyeceğini zar zor anlayabildim. Göğsüne koyduğum ellerimle vücudunu itip onu kendimden uzaklaştırırken içime derin bir nefes çektim ama bu hareketim hataya dönüştü. İçinde bulunduğum teslimiyetle ölümle burun buruna girme tehlikesinden kurtulmuş olduğum tüm hücrelerimde yankılanırken ayaklarım yerden kesildi. Böylece az önce beni sıkıca kavrayan kollar tarafından çökmeme izin verilmedi. Midem tiksintiyle düğüm düğüm oldu. Kollarından silkelenmek için başımın dönmesinin geçmesini bekledim. Saniyeler içinde öyle çok duygu tatmıştım ki artık her şeyin sessizliğe bürünmesini beklemek uzak bir umuttan farksızdı.
   Vezirin oğlu kendime gelmemi beklerken oldukça sabırlıydı. Onun bu tavrı beni daha çok hırçınlaştırıyor, artık nefes almadığı bir yerde bulunmanın hayalden gerçeğe dönmesini ümit ediyordum. Hissettiğim yorgunluk sesime öyle derinden yansıyordu ki buna şahitmiş gibi gözleri anlayışla kısıldı. “Benimle alay mı ediyorsun?”
   Ciddiyetle başını olumsuz sağladı. “Teklifimi bir kez daha sunmayacağım.”
   Bir adım geri atarak aramıza biraz daha mesafe koydum. “Kabul edersem elim kolum bağlı buradan çıkacak mıyım? Bundan sonra eskisi gibi sokaklarda özgürce yürüyebilecek miyim? Her an boğazıma bir şeylerin sarılmayacağından nasıl emin olacağım? Benimle alay edip seninle geçireceğim ilk derste beni öldürmeye kalkışmayacağını nereden bileceğim?” Sesim gitgide yükseliyordu. Gözlerim çakmak çakmak yanıyor olmalıydı. “Bunların garantisini nereden edineceğim?”
   Sağ kaşını cüretkar bir ifadeyle kaldırdı. “Vereceğim sözle.”
   İçimden yükselen kahkahayı tutamadım. Önce suratım ekşiyip rolü dudaklarımın kıvrılmasına devretti, ardından boğuk seslerle gülmeye başladım. Kıkırtılarım karnımın ağrımasını sağladı. Kesik kesik nefes alırken bulunduğum durumda gülebildiğim için akıl sağlığımı düşünmeye başlamıştım. Başımı kaldırdığımda vezirin oğlu şaşkınlığa bırakmamak için kendini zapt ettiği bakışlarıyla beni izliyordu.
   Nihayet konuşacak kadar kendime gelebildim. “Demek vereceğin sözle hayatım garanti altına girecek? Bir daha buraya tıkılmayacağıma, işlemediğim herhangi bir suçtan masum yere hüküm yemeyeceğim?”
   Dişlerini sıkarak ciddiyete büründü. “Sözümü tutacak kadar onurluyum.”
   Tekrar gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Aklına düşen bir düşünce sonucu değil, başkasından duyduğu tek bir ihtimal sonucu buraya tıkılmıştım. Karşıma geçip sözüne güvenmem için bana tavsiye veriyordu. “Kılıcı çektiğime dair tek bir sahneye şahit oldun. Kusursuz ya da bahsettiğin gibi fevkalade değilim.”
   Israrlı bir ifadeyle aynı ciddiyi devam ettirdi. “Ama ben seni istiyorum.”
   “Mühürlü bir anlaşma talep ediyorum.” Cümlemin devamında ona istediği eğitimi vereceğimi söyleyecektim. Kendimi tutarak geri çekildim. Bundan emin miydim? Ne kadar sürecek bir eğitimden bahsediyorduk? Bunları dile getirmeden anlaşma yaparak kendimi riske atamazdım. “Teklif ettiğin anlaşma ne kadarlık bir süreyi içeriyor? Daha önce kılıç eğitimi gördün mü?”
   Muzip bir tavırla, “İlk dersimizde sana ne kadar yetenekli olduğumu gösteririm,” diye cevapladı.
   Bir anda ortaya çıkan bu sahte samimiyet dolu halleri suratımı ekşitiyordu. “Ne kadarlık bir süreyi kast ettiğini de buyur edip söylersen sevinirim. Bahsettiğin sürenin ardından benimle işin her türlü bitmiş olacak. Bir daha karşına zorla çıkarılmayacağımın altının çizildiği bir anlaşma olmak zorunda.” Sessizliğinden yararlanarak devam ederek ortaya hafif bir yem attım. “Üç ay yeterli olacaktır.”
   Gözlerine acımasız bir mutluluk oturdu. Dudaklarını aralayıp en sevdiği tatlıyı telaffuz ediyormuş gibi, “Bir yıl.” diye mırıldandı.
   Buradan kurtulmamın başka bir yolu yoktu. Senelerdir babamdan gizli dans etmeyi başarabildiğim gibi bunu da başarabilirdim. Her halinden vezirin oğlunun beni boğmaktan vazgeçtiği gün gibi ortadaydı. Teklifini reddettiğim gibi tekrar portremi çizdirmeye başlayıp niyetini aksi halde gerçekleştirebilirdi. Böylece ailemin bu işin içine bulaştığı olaylar silsilesinin tedirginliği yine sırtımın ürpermesini sağlayacaktı. Teklifini kabul edecektim ve öne sürdüğüm şartlarla buradan elimi kolumu sallayarak çıkacaktım. Bir yıl çok uzun bir süreydi fakat diğer yandan da kılıcı birkaç kez tutmuş biri için ileri seviyeye adım atmak için çok kısa bir süreçti. Vezirin oğlu ya bu konuda cahildi ya da beni oltaya getirmeye çalışıyordu fakat diğer taraftan mühürlü bir anlaşma yapacaktım. Gözlerine baktığımda az önceki ölümcül tehlikenin gittiğini sezebiliyordum. Bir yıl sürecek bir sadakatin sonucunda öne süreceğim birkaç isteği sertçe reddetmeyebilirdi.
   “Öncelikle mühürlü bir anlaşma imzalayacağız. Bir yıl süresince haftada bir kere belirlediğin günde ve mekanda kılıç eğitimin için istediğin yere geleceğim. Aksini yapmam ihtimaline karşı beni bulman için portreyi bitirmene izin vereceğim. Böylece anlaşmayı ihlal etmemle beraber hem ailemi hem de beni bulabileceksin. Şehir dışına çıkmamı bekleme. Sınırların ne kadar ağır korunduğunu benden daha iyi biliyor olmalısın. Buradan özgür bir şekilde ayrılacağım. Hiçbir muhafızının beni takip etmediğinden ve etmeyeceğinden emin olarak içim rahat dışarı adım atacağım. Sana istediğin kılıç eğitimini verdiğim bir senenin sonunda portreyi de bana teslim edeceksin ve yollarımızı ayıracağız. Bu süreç içerisinde eğitimi kaçırmadığım sürece asla izimi sürmeyeceksin. Kişisel hayatım üzerine bana baskı kurmayacaksın.”
   Vezirin oğlunun kaşları çatıldı. Günlerdir hakkında düşünmemek için aklımı bulandırdığım yüzüne dair kendime kısa bir izin verdim. Yeşil tanelerin süslediği gözleri kısıktı. Kirpikleriyse seyrek ama bir erkeğe göre fazla kıvrıktı. Kuzgun karası saçları parlarken kaşları saçlarına eşlik eden aynı tonla asilliğine şahitlik yapan bir kanıt misali hafif kalınlıkta şekilliydi. Burnu düzgün, dudakları kıvrımlıydı. Gözlerimin dudaklarına kaydığını fark ettiğimde yanaklarıma bir sıcaklığın oturduğunu hissettim. Dünkü saldırısının ardından bunu düşünmek ağzımı defalarca kez çalkalama isteğimi arttırıyordu.
   Benim kısa süreliğine daldığım süre boyunca kararını vermiş olmalıydı ki elini uzattı. “Kabul ediyorum.”
   Elini tutmak yerine iki kolumu da yanlarıma yapıştırdım. “Son bir şey eklemek zorundayım. İki gündür gördüğüm muameleye tekrar maruz kalmak istemiyorum.” Anlamadığını gösteren bir hareketle alnını kırıştırdı. “Gereksiz temas yok.” dedim en açık şekilde. “Çenemi kaldırmak, belime dokunmak ve diğer hiçbir şey yok. Sana kılıç tutmanın ayrıcalıklarını ve rakibini nasıl izlemen gerektiğini göstereceğim. Bunun dışında aramızda en ufak bir fiziksel temas olmayacak. Kabul ediyor musun?”
   Gerçekçi olmadığını inkar etmek için deli olunacak sıcak bir tebessümle dudakları kıvrıldı. “En azından son kez el sıkışalım.”
   Elimi kaldırmaya başladığımda yarım bir adım daha geri gittim. Vezirin oğlunun biraz öncesine kadar ölümüm olacak ellerinden biri parmaklarımı kavradı. Tiksintiyle titremeye başlayan elimi durdurmak çok güçtü. Vücudunun bana temas ettiği her anda dün boğuştuğumuz dakikalar perde misali gözlerimin önünde esip duruyordu. Nefes boğazıma tıkanıyor, boğazımdaki acı birden canımı yakmaya başlarken üzerine tekrar hamle yiyecekmişim gibi boynumdaki yarayı parmaklarımla örtmek istiyordum.
   Kolumu hemen geri çektiğimde vezirin oğlunun yüzünde mimikler yer değiştirdi. Ortaya çıkardığı tablo karşısında pek memnun durmuyordu. Beni parçalara ayırmak üzereydi ve bu durum keyifle yüzüne oturan itici bir ifadeyle sonuçlanmadı. Gereksiz bir dikkatle gözlerine odaklandım. Bu sefer yeşil düğmelerin sıkıntıya benzer bir duyguyla gölgelenmesine şahit oldum.
   Omuzlarımdaki ağırlık şimdiden balon olup uçmaya başlamıştı. Üzerimdeki rehavet yerini sakinleşmeye verirken uyandığımdan beri meydana gelen olaylar zinciri tekrar zihnimde canlandığında aklıma üst üste sorular yığıldı. “Peki ya suçunu itiraf eden suikastçıya ne olacak?”
   Sorum karşısında hafif bir şaşkınlığa uğrayan vezirin oğlu oldukça sıradan bir tavırla konuştu. “Hak ettiği ceza neyse onu alacak.”
   “Onu öldürmeyeceksin değil mi? En azından suçunun arka planını öğrenene kadar hapiste tutmalısın. Kimsenin hayatı bu kadar hızlı karar kılınacak kadar değersiz olamaz.”
   Alay dolu kahkahası odada çınladı. “O kadar yakınıma girdikten sonra beni öldürmeye nasıl susadığını kendi ağzıyla itiraf etti. Daha neyin kanıtını arayıp arka yüzünü öğrenmeye çalışmalıyım?”
   İçimde köpürmek için sabırsızlanan öfke karşısında suratıma aksi bir ifade otururken elimi yumruk haline getirdim. “Asıl öfkenin susuzluğunu unutuyor olmalısın. Belki de amacı yalnızca ortalığı karıştırmaktı.”
   Keyiflendiğini belirten tebessümü dudağının kıvrılmasıyla kesinleşti. “Daha ilk dersimizi bile gerçekleştirmedik. Ne ara dostça tavsiyelerde bulunacak kadar beni tanıdığına emin oldun?” Önüne doğru bir adım atarak boynumdaki yaraya elini uzattığında hemen geri çekildim. “Onu böylesine savunman aklımı karıştırıyor. Sana böyle bir yarayı bırakan bir suçluyu savunmanı salaklığına mı vermeliyim yoksa her şey istediğin şekilde ilerlerken yine de ortağın olabilecek adamı savunmanı suçlu olduğun ihtimalini tekrar su yüzüne mi çıkarmak için mi kullanmalıyım?”
   Belki de haklıydı fakat suikastçının gözlerinde bir şeye tanık olmuştum. Vezirin oğlu odada yalnız kalmamızı istediğinde kafam o sırada öyle doluydu ki suikastçının kapıdan çıkarken sergilediği hırçınca boğuşmalar çok az görüş açıma takılmıştı. Beni kurtarmak için kendi hayatını ölümcül bir tehlikeye atmıştı. Vezirin oğlunu gözünü kırpmadan öldürecek olan bir adamın, burada suçsuz yere haksızca tutulduğum için beni kurtarmaya gelmesi öyle karışık bir tezat oluşturuyordu ki aklımı nereye yormam gerektiğine şaşırdım. Başımı kaldırdığımda vezirin oğlu dikkatle beni izliyordu. Gözlerimden kafamdan geçenleri okumaya çalıştığı öyle belliydi ki hemen bakışlarımı kaçırdım. Buradan kurtulmama çok az kalmıştı ama hala aklımda cevabını almam için çırpınan bir soru daha vardı. Boğazımı temizleyip çenemi kaldırdım. “Son bir sorum var.”
   “Yalnızca sen de benimkine dürüstçe cevap verirsen.” diyerek vereceğim cevabı güvence altına almayı amaçladı.
   Cüretkar bir bakışla dudaklarımı araladım. “Yalnızca soruma dürüst cevap verdiğine beni inandırırsan aynı şekilde karşılık veririm.” Devam etmemi istediğini baş hareketiyle onayladı. “Dans gösterisinde sana suikast niyetiyle yaklaştığımı hala öne sürüyor musun?”
   Hiç düşünmeden yanıtladı. “Elbette tam anlamıyla masumiyetini kanıtlamadın fakat burada teşhir ettiğin tüm tavırlar bu sınavda sergilediğin cevap anahtarlarıyla doluydu. Aksi halde zaten bu kadar az güvence üzerine kurulu bir anlaşmaya imzamı atmayı asla öne sürmezdim.” Sözlerini idrak ettiğimi belirttiğime dair başımı oynattım. Bu aynı zamanda sorusuna eşit dürüstlükle cevap vereceğim anlamına geliyordu. “Suikastçı olmadığını bu kadar kesin savunuyorken ailenin masum olduğun bu işe karışmasına neden böylesine karşısın? Ölümle yüzleşecek kadar geriye adım atmamaya kararlı olman o kadar tutarsız ki tam anlamıyla masum olduğunu düşünmem tüm mantık kurallarına aykırı.”
   Suratım alayla buruştu. “Çünkü bu şehirde her şey tahminlerin doğrultusunda o kadar uçta keyif sürerek yaşanmıyor. Ailemin suçsuz olduğum bu suikast olayına karışması belki de üzerimizden hiç atamayacağımız bir leke olarak bize yapışacak.”
   Cevabımın dürüstlüğüne inanmışa benziyordu. Kafasını sallayarak kapıya doğru yan döndü. “Umarım bir gün böylesine büyük bir fedakarlığı hak eden ailenle tanışma şerefine nail olurum.”
   Bu ihtimalin imkansızlığı öyle keskindi ki yanıt verme boşluğuna düşmeye yeltenmedim. Vezirin oğlu parmağını kaldırarak beni işaret ederken suratında tekrar şiddetli bir tabir belirdi. “Anlaşmamız ufak durabilir ama uymadığın takdirde tekrar acımasız yüzümle çok kolay karşılaşırsın. Elime geçecek portren sayesinde seni bulmak öyle kolay olur ki inan şaşırırsın. Derslerden birini atlaman sonucunda yapacaklarımdan ben sorumlu değilim.”
   Bu tehditi karşısında hemen atladım. “Bazı istisnai durumlar söz konusu olamaz mı? Sana mektup yazamaz mıyım? Böylece ertelediğim ders olursa haftada iki kereye çalışabiliriz?”
   Suratında hiçbir mimik yerinden oynamadı. “Sana özgürlüğünü vadediyorum. Önümüzdeki bir senenin her haftasında bir gününü bana adayacağını şimdiden kabullenmeye başla. Öbür türlü nelerle yüzleşeceğini tekrar dile getirerek yorma beni.” Sessizliğimden anladığı kadarıyla bu konuşma sona ermişti. Avuçlarını birleştirerek şak diye bir ses çıkardı. “O halde Bay Moaadi’yi geri buyur edelim.”
   Akşam vaktinin habercisi bulutlar renk değiştirmeye başlamıştı. Gökyüzü kızıllığa bürünmeye yüz tutarken üzerimdeki kalın hırkaya daha çok sarıldım. Göğsüme sıkıştırdığım mühürlü kağıdın rahatlığıyla yürürken vezirin oğlunun kaçırılmamı sağladığı kestirmeyi kullanmadan pazara doğru ilerledim. Pazara vardığımda dükkanlar akşam vaktinin habercisi kuşların ötmesiyle beraber kapatmaya başlamıştı. Kalabalık çoktan dağıldığı için daha rahat yürüyordum. Demirci dükkanını gördüğümde içeride kimin olduğunu seçmeye çalıştım. Adımlarım gitgide daha yakına varırken içimde korku ve heyecanla sarmalanmış özlem duygusu filizlendi. Dükkanın içinden sesler geliyordu ama dışarıda görünürdü kimse yoktu. İçeri girmek için adım atmak istiyordum. Bunun yerine sırtımı duvara verip öylece bekledim. Birkaç dakika geçmeden Rapid dışarı çıktı. Beni gördüğü gibi “Afrah!” diye bağırarak şaşkınlığını dile getirdi. İsmimi değer verdiğim bir insanın ağzından duymak öyle tatlı gelmişti ki suratımda tebessüm canlandı. Rapid’in mutluluğu yüzüne yansırken bana doğru gelmeye başladı. Onu bir daha göremeyeceğim ihtimali aklıma vururken gözlerim istemsizce doldu. Rapid aramızdaki boşluğu kapatırken bana sarılmak üzere kollarını uzatmak üzereydi ki gözüme başka bir gölge takıldı.
   Babamın dudaklarından bir teslimiyet gibi ismim yankılanırken yanaklarım ıslandı. Rapid geri çekilirken babama doğru sarsak bir adım atmaya çalıştım ama çoktan önümde belirmişti. Kendimi güçlü kolları arasında göğsüne yaslanmış halde bulduğumda içimde biriktirdiğim bütün acıları saldım. Sessiz hıçkırıklarım onun da titremesini sağlıyor, bıkmadan saçlarımı okşarken dua misali ismimi telaffuz ediyordu. Kollarımı ona daha sıkı sararken suratımı tamamen göğsüne gömdüm. Saçlarımın üstünden başıma ardı kesilmeyen öpücükler kondururken ağlamam sayesinde tahriş olan boğazım daha çok canımı acıtıyordu. Babamı bir daha göremeyeceğimi düşünmek kalbime öyle bir ağrının saplanmasını sağlıyordu ki sanki yüreğim acımasız parmaklar arasında ölümüne sıkılıp kalmıştı. Demir ve kor ateşin sindiği kokusunu içime çekerken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
   Başımı kaldırıp inci taneleriyle dolu gözleriyle karşılaştığımda ben de ağlamaya devam ettim. Beni kendine çekerek dükkana doğru yürümeye başladı. Sarsak adımlarla ona eşlik ederken kollarından hiç ayrılmamayı diliyordum. Alt kata inip koltuğa oturduğumda ellerimi avuçlarının içine alıp gözlerimin içine baktı. Rapid’in getirdiği su bardağı dudaklarıma konarken hala ağlamamı durduramıyordum. Yavaş yudumlarla suyu içerken acıyan boğazım sonucu öksürmemek için kendimi zor tuttum. Babam yanaklarıma dokunup yaşları sildiğinde hatırladıklarım sonucu bir an bunu sonlandırması için eline vuracaktım. Son damlalar da yanaklarıma süzülüp ağlamamın yerini suskunluğa bıraktı. Ağzımdan çıkacak tek bir kelime için yalvaran bakışlarla babam beni izliyordu. Nihayet tereddüt dolu sesi hıçkırıklarımın ardından odada çıkan ilk ses oldu. “Neredeydin Afrah?” Sessizliğimi sürdürürken ısrarla cevabımı bekliyordu. Nereden başlayıp hangi kısımları atlayıp ona nasıl bir açıklama sunacağımı düşünmüştüm ama beni kollarına almasıyla birlikte aklımdaki her şey allak bullak olmuştu.
   Yüzüne zerre öfke barındırmayan bir ifade oturdu. “Son katıldığın dans gösterisini biliyorum.” Kaşlarımın kalktığını görünce devam etti. “Leila bana söylemek zorundaydı. İki gündür ortada yoksun.” Nasırlı eli okşamak için yanağıma kondu. “Nasıl korktuğumu biliyor musun?”
   Dudaklarımı ıslatarak tekrar belirmeye başlayan susuzluğumu bir nebze dindirdim. Bu cümleyi kurarak onu üzmek istemiyordum ama bir şekilde öğrenirse artık bazı şeyler daha kolay olabilirdi. “O benim son dans gösterimdi.” Ona kızmak ve ne kadar mutsuz olduğumu görmesini istiyordum ama öyle yorgundum ki suratımda hiçbir mimik oynamadan devam ettim. “Artık mutlu olmalısın. Bundan sonra böyle bir endişen olmayacak.”
   Gözlerinde pişmanlık gölgeleri parlarken bakışlarını kaçırdı. Konuyu değiştirerek asıl merak ettiği soruya aydınlık getirdi. “Neden suikast olayına karıştın?”
   “Sen olsan ne yapardın baba? Gerçekleşeceğini bildiğin kaçınılmaz bir cinayeti engelleyeceğini bilerek öylece oturur muydun?”
   Soruma cevap vermek yerine yine geçiştirdi. “Seni her yerde aradık. Eğer bugün de ortaya çıkmasaydın vezir konaklarından birine gidip seni bulmak için elimden geleni yapacaktım.”
   Elini sıkarak başımı olumsuz anlamda salladım. “İyi ki yapmamışsın. Bu işe karışsaydınız kim bilir başımıza neler gelecekti.”
   “Tahmin ettiğim gibi değil mi? Seni suikast suçundan alıkoydu?” Başımla onayladığımda hararetle devam etti. “Peki nasıl geri salındın?”
   Burada işin içine daha fazla irdelememesi için yalan katmak zorundaydım. “Zaten başından beri zayıf bir ihtimal üzerine beni tutuyordu. Asıl suikastçı ortaya çıkıp suçunu itiraf ettiğinde beni tutmak için nedeni ortadan kalkmış oldu.”
   Sıkıntıyla alnı kırıştı. “Peki sana ya da bize dair bir şey biliyor mu? Buraya gelirken seni takip ettiler mi?”
   Sorduğu şeyin cevabını vezirin oğluna vermemek için göze aldığım ölümü düşününce tekrar ürperdim. Babamın bu soruyu sorarken sesinde titreyen sıkıntıyı görmek beni elimde olmadan üzmüştü. Ailemi bu işe karıştırmamak için bir anlaşma bile imzalamıştım ama bunun aksini yapıp onların karşımda diz çökmelerini sağladığım takdirde benim açımdan hayal kırıklığına uğrayacakları aşikardı. Babamın bu tavrı onu bu suça bulaştırmadığım için ne kadar rahatladığını gösteriyordu. Bu da sırf benim kurtulmam için ne kadar az şeyi göze alacağı ihtimaline kafa yormamı sağlarken içimde alev denli sıcak bir şey taştı. Belirttiği endişeyi dile getirip hislerini daha açık söylemesini talep etmek istiyordum ama düşündüğüm şekilde cevap vereceğinden de korkuyordum. “ Dans gösterisinden sonra olanları detaylı düşündüğünde suikastçıya ortak olabileceğimi düşünmüş. Bu ihtimale varmak için geç kaldığı için hakkımda hiçbir şey bilmiyordu. Pazarda gezerken beni tanıyınca adamları sayesinde kolayca bulunmamı sağladı. Asıl suçlunun ortaya çıkması için beni alıkoydu ve dans gösterisinde bu suçu işlemeye kalkışan suikastçı bugün her şeyi itiraf etmek için teslim olunca beni salıverdi.”
   Gözleri hırkanın sıyırdığı boynuma kayarken yanağında kasını seğirtecek kadar şiddetli bir öfke suratına kondu. “Bunu vezirin oğlu mu yaptı?” Cevap vermek için dudaklarımı araladığımda daha yüksek sesle bağırdı. “O piç kurusu Aizhan mı yaptı?!”
   Düşünmeden öne atlayıp onu sakinleştirmek için tekrar ellerini tuttum. “Hayır baba!” dedim sertçe. “Adamlarından biri yaptı. Beni muhafızın elinden kurtaran da vezirin oğluydu.”
   Göz bebekleri öyle titriyordu ki bu konuyu nasıl kapatacağımı şaşırdım. “Kim yaptı Afrah?!” diye kükredi. “Suratını hatırlıyor musun?”
   Telaşla cevapladım. “Muhafızların hepsi birbirine benziyordu. Dikkat edemedim.”
   Bir anda öne atılıp hırkamı sıyırmaya başladı. Ellerimi ve kollarımı kontrol ettikten sonra tekrar boynuma baktı. Sıcak parmaklarıyla dokunurken hırkayı daha da yana çektiğinde alt dudağımı ısırdım. Yara izimi örten pansumanı görünce duraksadı. Pansumanı çıkaracağını anlayınca elini tutarak onu durdurdum. “Ciddi bir şey değil yemin ederim.”
   Susmamı emreden gözlerle baktıktan sonra pansumanı yavaşça çıkarmaya koyuldu. Yara izimi gördüğünde dudaklarından şaşkınlık nidasına benzer bir nefes yankılandı. Pansumanı tekrar üzerine örtene kadar ağzından çıt çıkmadı. Ardından hırkamı sıkıca üzerime sarıp gözlerini zorla boynumdan alıkoydu. “Bunu suikastçı mı yaptı?”
   Başımı sallamakla yetinecek kadar yorulmuştum. Babamın suratı hala öfkeyle kararmış haldeydi. Elimi tutup beni kaldırmaya yeltendiğinde olduğum yere sabitlendim. “Eve şimdi gitmesek olmaz mı? Annemin beni bu kadar harap görmesini istemiyorum. Bir iki saat uyuduğum sürece sen de yarının işlerini yaparsın, olur mu?”
   Üzerime serilen yorganın yumuşaklığı altına sığınırken koltuğa kıvrılıp derin nefes aldım. Yukarıdan babamın ritmik demire vurma seslerini işitirken yavaştan uykuya çekiliyordum. Zihnimde son dalgalanan düşünce ise vezirin oğlunun ismiydi. Demek adı Aizhan’mış diye düşünürken bilincim havada süzülmeye başladı.
   Her şeyi en ufak ayrıntısına kadar anlatabileceğim tek kişi Leila’ydı. Yine de tam anlamıyla emin olamıyordum. Leila’ya her şeyi eksiksiz anlatmam sonucunda yaptıklarımı sorgulayacak, sırf onları ortaya çıkarmamak için imzaladığım anlaşmaya kafa yorup duracaktı. Niçin bu kadar ileri gittiğimi soracak, ortaya çıksalar bile hiçbir şey olmayacağını çünkü suçsuz olduğumu savunacaktı. Sonuçta ona her şeyi anlatırken vezirin oğlunun yaptıklarını atlamadan iletecektim. Böylece neden böyle bir adım attığıma anlam vermesi gerekiyordu. Eve girdikten sonra tahmin ettiğim gibi bir posta daha ağladım. Annemin yemek kokusu burnumu doldurduğunda kendime gelmem çok zor oldu. Leila’ya saymayı unuttuğum bir süre boyunca sarılı kaldım. Şimdi de üstümde sadece ince bir gecelikle küvetin içinde oturuyordum. Leila tırnaklarıma kadar her yerimi nazikçe ovalarken kız kardeşimle tekrar aynı odada nefes alabildiğim için şükrediyordum.
   Anneme de babama açıkladığım gibi başıma gelenleri detaysız şekilde özetledim. Odaya girdiğimiz gibi Leila’ya sorma fırsatı bırakmadan her şeyi eksiksiz anlatacağıma dair söz verdikten sonra ağır sürecek bir uyku için yatağa sürüklendim. Odaya karışan yemek kokusunu ciğerlerimde solurken hemen gözlerim daldı. Kâbus görmeyeceğim bir uyku geçirmeyi dilemiştim ama boğuk bir çığlıkla ellerim boğazıma sarılı ter içinde uyandığımda aksine en büyük kâbusumu yaşadığımı anladım. Leila başımda durmuş endişeyle sakinleştirici sözler mırıldanıyordu. Nefeslerim düzene girerken yanıma kıvrılıp beni göğsüne bastırdı. Bir daha gözüme uyku girmedi. Leila tatlı nefesleriyle bana sarılmış uykuda yüzüyordu. Normalde onu uyandırmak için kulağına ıslak parmağımı soktuğumu düşünmekle suratıma buruk bir tebessüm yansıdı. Tekrar aynı kâbusu göreceğimi bildiğim için kendimi ayık tutmak adına kafamı bir sürü düşünceye meşgul tuttum. Aklımdan düşen her fikir atlaya atlaya vezirin oğluyla yaşadıklarıma ve önümdeki bir sene boyunca yaşayacaklarıma kayıyordu.
   Güneşin doğduğunun habercisi kuşlar öterken Leila dar yatakta dönüp durdu. Nihayet gözlerini araladığında uyuyor numarası yapacaktım ki beni yakaladı. Gözlerine uzun süre bakmak istemediğim için başımı göğsüne koyarak suratımı ondan kaçırdım. Uzun bir sessizliğin ardından kıpırdandı. “Dans gösterisinden babama bahsettiğim için bana kızgın mısın?”
   Başımı olumsuz anlamda sallamakla yetindim. Leila omzumdan tutarak başımı göğsünden çekti. Sıcacık kahverengi gözlerinde keder öyle bariz yankılanıyordu ki içim acıdı. Fısıltı kadar alçak bir tonla, “Boğazındaki izleri vezirin oğlu yaptı, değil mi?” diye sordu. Sükunetimden cevabı anlayarak boynumdaki yara izini okşadığında aklıma dolan yüz sayesinde tiksintiyle titredim. Hatırladığım anılarla gölgelenen suratım tam bir korku misali olmalıydı. Leila acıyan gözlerle beni izlerken gözleri doldu dolacaktı. “Oradan nasıl kurtuldun Afrah?” diye sordu hüsranla tınlayan sesi.
   Leila’ya her şeyi sessizce anlatırken istemsizce ellerimi titreme aldı. Anlattıklarımla birlikte sesimin rengi değişiyor, histen hisse bürünüyordum. Leila ağzımdan çıkanları pür dikkatle dinlerken bu kadar uzun konuşmaktan boğazım ağrımaya başlamıştı. Bitirdiğimi anladığı gibi lafa girdi. “Hangi gün?”
   Neyi kast ettiğini anladığımda şımarık bir çocuk misali gözlerimi devirdim. “Her cuma sabah dokuzda.”
   “Evden çıkmak için babama ne diyeceksin?”
   Sorusu karşısında omzuna vurup güldüm. “Senelerdir dans ettiğimi ruhu duymuyor. Ayarlayacağım artık.”
   Neşelendiğimi görünce mutlu olduğu her halinden belliydi. Kulaklarıma dokunup küpeleri çıkarıp ona uzattım. “Senin sıran.”
   Küpelerden birini alıp geri taktı. “Bir tanesi sende kalsın.”
   Günler birbirini kovaladı ve her gün diğerinin tekrarı gibi geçiyordu. Eve döndüğüm akşamdan itibaren aynı kabusu üç kere daha gördüm. Her seferinde sırtım ter içinde ellerim boğazımda boğuşarak kendime geldim. O odada yaşadıklarımın anısını bu kadar ağır çekeceğimi hiç düşünmemiştim ama tüm boğuşma süreci adeta bir travma misali vücudumda iz bıraktı. Leila dahi birisi bana dokunduğunda ani tepkiler veriyor, artık uykuya dalmaya bile korkar halde geç saatlere kadar oturuyordum. Ne zaman Freida’yla kol kola pazarda gezmeye çıksak arkama bakmadan duramadım. Yemek dağıtımı için Leila’ya eşlik etmediğim günler dışında sabahları erken kalkıp demirci dükkanına gidiyordum. Babam talep etmese bile kendiliğimden gelmeme şaşırmışa benziyordu. Evde kalıp dinlenmem yalnızca bir gün sürmüştü. Ardından kılıcı elime aldığım her gün bir yandan kendimi daha güçlü hissediyor, diğer yandan her seferinde ürkekçe boynumu korumak için elimi oraya örtme isteğini zorla bastırıyordum.
   Cuma sabahı uyandığımda kâbusa dair hiçbir şey hatırlamıyordum ama yine de parmaklarım boğazıma tırmanmış yatakta ter içinde kıvranıyordum. Leila’yı uyandırmamak için sessizliğe gömülürken nefeslerimi düzene koymaya çalıştım. Boynumdaki yara kabuk bağlamaya başlamış, boğazımdaki morluklar yerini yeşil rengine bırakmıştı. Bugün erkenden Freida ile görüşeceğime dair babama haber vermiştim. Hazırlanıp evden çıkarken içimde yeşermeye başlayan endişeyi bir türlü yutamıyordum. Vezirin oğluyla görüşeceğimize dair sözleştiğimiz açıklığa yürürken yenine koyduğum kılıcı öyle sıkı kavramıştım ki parmaklarım zonkluyordu. Aklımdan geçtiğinde onu adıyla düşünmek istemiyordum. Onu adıyla aklımdan geçirmek bana sanki yakınmışız gibi bir varsayım doğuruyordu.
   Sözleştiğimiz açıklığa vardığımda etrafta kimse yoktu. Bulduğum bir taş kütlesinin üzerine otururken sırtımdaki çantayı yere bıraktım. Atkuyruğumu tutan lastiği daha da sıkarken çalıların hışırtısı kulaklarıma ulaştı. Ayaklanmak yerine oturduğum yerde dikkat kesildim. Oltaya gelebileceğim ihtimali aklıma vurduğu gibi yerimden fırlayarak kılıcımı çektim. Vezirin oğlu tüm asaletiyle karşımda dikiliyordu. Üzerinde oldukça sıradan olduğu halde yine de kaliteli duran bir takım vardı. Benim üzerime giydiğim tuniğin altına geçirdiğim bol pantolonun yanında elbette şaşırılmadığı gibi çok daha şıktı.
   Aynı mimiklere bugün de katlanacak olmam şimdiden canımı sıkarak keyfimi iyice kaçırdı. Vezirin oğlu suratında kendini beğenmiş bir sırıtışla olduğum yere doğru yürümeye başladı. “Formundan hiç düşmemişsin bakıyorum.” Gereksiz bir dikkatle baştan aşağı beni inceledi. “Suratına renk mi gelmiş yoksa güneşten yanlış mı görüyorum?”
   Onu umursamadan kılıcımı yenine sokup sırt çantama sıkıştırdığım tahta parçalarını çıkardım. Tahmin ettiğim gibi tahtadan kılıçları görmesiyle ağzı tekrar açıldı. “Beni baya dalgaya almışsın. İlk dövüşümüzü bunlarla yapacak kadar acemi değilim.”
   Kılıçlardan birini ona uzatırken, “Aylarca bu tahta kılıca bile dokunmadan sadece dövüş izleyerek eğitime başladım. Biraz aceleci davranmıyor musun?” diye söylendim. Sahte olduğu her halinden belli olan bir tonla güldüm. “Daha önümüzde bir sene var, değil mi? Niye bu kadar sabırsızsın?”
   Cevap bulamayarak uzattığım kılıcı kavradı. Ayaklarımı sertçe yere sabitlerken ilk hamlemi gerçekleştirmek için kılıcımı kaldırdım. Önce basit atışmalarla başlayarak gücümüzü sınadık. Vezirin oğlu tahmin ettiğim kadar atik değildi. Gözleri sürekli yüzüme takılıyor, böylece çoğu hamlemi kaçırmak üzereyken son anda toparlıyordu. Tahtaların üst üste birbirlerine vurma sesinden şimdiden bıkmıştım. Dans yeteneklerimi yavaştan işin içine katarak parmak uçlarımda kılıcı savurmaya başladım. Havada süzülen hareketlerimi görünce hafif bir şaşkınlığa uğradı. Gözlerinin yüzümden ayrılmayacağını anladığımda çevremde dönerek arkasına dolandım. Ayağına attığım çelmeyi fark edeceğini sanmıştım ama çok fena yanıldığımı gördüm. Vezirin oğlu yere serilirken ağzından öfke hırıltıları fırladı. Bu düşüşü karşında gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Böyle keyifli süreceğini hiç tahmin etmemiştim. Vezirin oğlu ayaklandığı gibi kılıcını kaldırmak yerine asilliğini kanıtlayan bir hareketle üzerine yapışan yaprak tanelerinden silkelendi.
   İkinci turda ilkinde onu gözlemlediğim kadarıyla seviyesini bildiğim için çok zorlamadım. Benzer hamlelerle devam ediyor, ikimiz de ölümcül bir adım atmıyorduk. Vezirin oğlu beklemediğim bir güçle kılıcını savurduğunda kolumu darbesini bloke edecek bir pozisyona getirdim. İki tahta şiddetle birbirine çarparken yere yapıştırdığım bacaklarım da titredi. Bu kuvvetli darbesi öfkelenmemi sağlarken onu daha dikkatli izlemeye koyuldum. Sıradaki darbesine hazırlıklı olduğum için kılıcımı daha çabuk savuşturdum. Vezirin oğlu da benden kaptığı üzere etrafında dönmeye başladı. Arkama dolandığını hissettiğimde kılıcının üst üste havada çıkardığı sesle kulağım uğuldadı. Asıl yeteneğini göstermeye başlaması dişlerimi sıkacak kadar hırsa boğulmamı sağlarken kılıcıma verdiğim güç bu sefer zihnimde yankılandı. Az önce yaptığı gibi üst üste öne savurduğum hamleler sonucu nihayet kafası karışarak gözlerini kaçırdı. Böylece kılıcı yeni bir hamle için yerden havalanacakken çoktan tahta kılıcım boynunda yerini almıştı.
   Dudakları ince bir çizgiye dönerken suratı hiddetle sarsıldı. Onu bu kadar öfkelendirmeyi başarabilmem içimde keyif balonları patlatırken hakiki bir tebessüm dudaklarıma yapıştı. “Ne olursa olsun bakışlarını bir an olsun rakibinden ayırma. Beni taklit etmeye çalışırken böyle galip olursun sonra.”
   Tahta kılıcımı eliyle savuştururken aramıza mesafe koyarak kılıcını tekrar kaldırdı. “Bakıyorum da yanında gerçek bir kılıç taşıdığında hem çenen hem özgüvenin sınırını aşıyor. Benim çok sinirlenmemi ikimiz de istemeyiz, değil mi?”
   Lafı nereye dokundurmaya çalıştığını anladığımda kaşlarımı çattım. Tekrar kılıcımı kaldırırken gözlerimi bir an onunkilerden ayırmadım. İkimizin hiddeti de kılıçlara etkisini gösteriyordu. Bu sefer hamlelerini savururken benimkinin üzerine konan kılıcını öyle bir güçle itiyordu ki bileğim hafiften acıdı. Normal şartlarla dövüşmediğimiz için boşluğunu gördüğüm anda savuşturabileceğim bir tekme en azından şimdilik mümkün değildi. Bu yüzden ne zaman böyle bir aralık görsem havaya kaldırıp onu itemediğim için bacağım kaşınıyordu.
   Eşitliğimiz karşısında mutluluğu gözlerinden okunuyordu. “Böyle çok zevksiz olmuyor mu? Biraz muhabbet etsek olmaz mı?” Her zamanki gibi sessiz kaldığımı görünce bıkkın bir ses çıkardı. “Hep böyle sıkıcı mısındır yoksa bana mı özel?”
   Suratımı ekşiterek, “Bilmem, sen tahmin et.” diye homurdandım.
   “Ailen seni bulduğunda çok sevindi mi bari?” Tekrar susarak savurduğu hamleyi geçiştirdim. “Bu kadar sessiz çıkacağını bilseydim anlaşmamıza senin konuşmana dair zorunlu bir şart getirirdim.”
   Değindiği konunun aksine farklı bir soru yönelttim. “Suikastçıya ne yaptın?”
   Yüzünde bakışları değişti. “Senin çok değerli tavsiyelerin doğrultusunda bir süre hapishanede dinlenmesine müsaade ettim.”
   Sesindeki tılsımdan alaya vurduğu halde doğruyu söylediğini anlayabiliyordum. Bana göstermediği yüzü kalkmamıştı. Suikastçıyı öldürseydi bunu gururla dile getirecek kadar leş bir insandı.
   Kılıçlarımızın savrulması hız kesmeden devam ederken adeta dansa tutulmuştuk. “Bay Sergei’ye olan borcunu hallettin mi?”
   Sorusu karşısında öyle afalladım ki bir anda nefesim kesildi. Duraksamama karşın kılıcımı kolayca savuşturmak yerine olduğu yerde dikilerek hareketsiz kaldı. “Sanırım tamamen aklından çıktı.”
   Bay Sergei’nin ismini bile duymak ihanetini hatırlattığı için ağzım ekşi bir tatla kirlendi. Günlerdir evdeydim ama ondan ses seda çıkmamıştı. Hoş kapıma dayanıp borcu ödememi istemesini beklemiyordum ama sanki unutmuş gibi Freida veya başka birisiyle haber yollamaya kalkışmamıştı. Eve döndüğümden beri günlerin nasıl ruhsuz geçtiğini düşündüğümde bunun nasıl hiç aklıma konmadığını anlayabiliyordum.
   Vezirin oğlu boğazını temizleyince dikkatim dağıldı. Ayaklarına baktığımı fark ettiğimde ne kadar daldığımı kavrayıp hemen suratına döndüm. Kılıcı tutan koluma güç veriyordum ki sesi tekrar yankılandı. “Bu derslerin karşılığında borcunu ödeyebilirim.”
   İma ettiği teklif karşısında olduğum yerde kalakaldım. Dikiş makinesinin sesi uzaktan kulaklarıma dolmaya başlarken şiddetle kafamı salladım. “Senden zırnık para istemiyorum. Hiçbir şey için sahte acımana muhtaç değilim.”
   Daha demin rahatlamış olan surat hatları tekrar keskinleşti. Cevabım karşısında alnı kırıştı. “Sahip olduğum paranın da kirli olduğunu düşünüyorsun, değil mi?” Yanıtım dilimin altında oturmuş çıkmak için çırpınıyordu ama o kadar cüretkar davranamazdım. Zar zor sustuğumu anlamış gibi, “İtiraf et.” diye ısrarla üzerine düştü. Kılıcımı iterek kendininkini ayırırken üstüme yürümeye başladı. “Aklında ne dolanıyorsa söyleyemeyecek kadar aciz bir korkak mısın?”
   Parasını kabul etmememin onu bu kadar öfkelendireceğini düşünmemiştim. Sanki gerçekten bu tavrım ona dokunmuş gibi davranıyordu. Aynı sessiz rolüme devam ederken yeni bir hamle için kılıcımı kaldırdım. Vezirin oğlu ısrarla üstüme yürürken aynı istikrarla geri adım attım. Hiddetinin derinliğini kanıtlayan bir kas fırlamış yanağında seğiriyordu. Bir eli kılıcını tutarken omuzlarıma yapışmak üzere kollarını havaya kaldırıp uzattığında hiç düşünmeden tahta kılıcımı kollarından birine indirdim. Ne yaptığımı fark ettiğimde dönerek arkasına dolandım. Kılıcını kaldırarak üst üste sert darbeler indirmeye başladı. “İtiraf et dedim.”
   Sonunda dayanamayarak içimdeki zehir dudaklarıma ulaştı. “Halktan topladığınız faizli vergilere bulaşmış lekeyle sürdüğünüz keyfin parçası olan paraya dokunmamayı her şeye yeğlerim.”
   Cümlemi bitirdiğimde tekrar etrafında dönmeye hazırlandım ama bu sefer o kadar yakınından geçtim ki atkuyruğumun suratına denk gelmek üzere olduğunu anlayınca kafamı daha büyük bir şiddetle çevirdim. Tokada benzer bir ses yanağında çınlarken zaferle gülecektim ki kafa derime acıyla zonklamaya başlayan bir ağrı girdi. Tüm uzuvlarım aynı anda çırpınırken saniyeler içinde havada süzülerek sırtımın tamamı yere yapıştı. Neye uğradığımı anlayamadan tüm bedenimin üzerine konan ağırlığı hissetmemle göğüs kafesim deli gibi sıkıştı. Vezirin oğlu bütün gücüyle üzerime abanırken korku boğazımı tırmanıyor, vücuduma değen her hücresini hissederken kalbim ağzımda atıyordu. Koruma içgüdüsüyle ellerim boğazımı kavrarken baştan tırnağa bedenim durmaksızın kıvranıyordu. Boynundan yayılan koku burnuma çarparken yediklerim adeta boğazıma dizildi. “Kalk üzerimden!” Ellerimle ulaşabildiğim her yerine vurmaya çalışırken gözlerim bulanıklaşmaya başladı. Parmaklarım bıraksam kaskatı kesilmek üzereydi. Üst üste çığlıklarla göğü yırtarken nefes almakta zorlandım.
   Üzerime abanan vücut yana kayarken tekrar ve tekrar, “Sakin ol.” diye mırıldandı. Vezirin oğlu göğsüme verdiği yükü kaldırırken ellerini başımın iki yanına sabitleyerek beni izliyordu. Nefes alabildiğimi fark ettiğimde aceleyle içime çekebildiğim kadar havaya nüfus etmeye çalıştım. Ellerimin vezirin oğlunun göğsünü sıkıca kavradığını gördüğümde şaşkınlıkla geri çekildim. Gözlerine baktığımda bakışları adeta yüzümü delmek istiyordu. Daha demin öfkeyle kararan suratı yerini afallamış bir ifadeye bırakırken o gün şahit olduğum keder kırıntıları tekrar göz bebeklerine oturdu.

   Onu hiç bu kadar kararsız görmemiştim. Yüzü şekilden şekle giriyor, söyleyecekleri dile gelmek için beklerken ısrarla sükunete boğuluyor gibi tutarsızca duraksıyordu. Nihayet pişmanlıkla gölgelenen yüzünde dudakları aralandı. “Sana bir daha zarar vermeyeceğim.” O gün odada suratıma tanıyormuş gibi bakmıştı. Yine aynı şekilde kaşları değişken parıltılarla çatıldı. Pes ettiğine yorabileceğim derin bir nefes verdi. Sesi rahatlamayla yankılanıyordu. “Bu gözleri tanıyorum. O tablolarda defalarca kez denk geldiğim ve hep görmeyi umduğum bal rengi gözler bunlar.” Çarpık bir rehavet yüzüne yayılırken utanmasa tebessüm edecekti. “Bunca zamandır seni arıyordum.”

Not: Pek sevgili dostlarım zaman ayırıp bu bölümü de okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Umarım bu uzun bölümden keyif almışsınızdır. Sizden ufak bir ricam var. Beşinci bölümü de bitirdim ve artık romanın ismi için aklımda birkaç şey oluştu. Kılıçların Dansı veya Kılıçların Son Dansı isimleri arasında gidip geliyorum. Kılıçların Dansı'na daha sıcak bakıyorum fakat kararsızım. Hangisinin olmasını daha çok yakıştırırsınız ya da Kılıçların Dansı ismini beğendiniz mi; buna dair aşağıya yorum bırakırsanız çok sevinirim. Ayrıca okuduğunuz bölümler boyunca aklınıza takılan ya da beğenmediğiniz yorumlarınız varsa bana mail hesabım (ohyoulovemetoo@gmail.com) üzerinden ya da (betultsun) veya (harmonyofbooks) instagram hesaplarımdan dm üzerinden mesaj atabilirsiniz. Aklınıza takılan kısımlar üzerinde düşündüğümde sıradaki bölümlere farklı yön veriyorum. Bir daha ki bölümde görüşmek üzere :)
Continue reading Kılıçların Dansı 5. Bölümü